Türkiye Futbol Federasyonu’nun (TFF) öncelikli görevi ve enerjisini harcayacağı ana alan profesyonel bir futbol liginin yönetimi olmamalıdır. Çok daha önemli ve öncelikli görevleri vardır. Bir başka yazıda TFF’nin öncelikli görevlerine değiniriz.
Şimdilik esas konumuza geri dönelim.
Pratikte Süper Lig tam anlamıyla bir ticari işletmedir.
Peki bu işletmenin yani Süper Lig’in genel müdürü kimdir? Ligi yöneten, geliştirmekle sorumlu olan kişi kimdir? Cevap: Öyle biri yoktur. İşte sistem bu kadar çarpıktır. Görünürde TFF başkanı veya genel sekreter gibi gık-mık cevaplar vermeye çalışmak nafiledir. İşin özü: Lig sahipsizdir. Düzensiz nizam intizamı bozar. Bütün karışıklıklar buradan çıkar.
Peki ligin sahibi kim olmalıdır? Felsefi anlamda bu sorunun cevabını uzun uzadıya tartışabiliriz ama modern futbol dünyasında işleyen uygulama bellidir. Futbol liginin sahibi o ligde mücadele eden futbol takımlarıdır.
Bu yüzden Türk futbolunda acilen profesyonel ligler kurulmalı ve kolektif bir bilinçle futbolun ana paydaşları kulüpler tarafından yönetilmelidir. Bu iş başlangıçta zordur. Çünkü 18 takımın da egolarını ve kişisel çıkarlarını bir kenara bırakıp, ligin çıkarlarını öncelemesi gerekir. Bu yaklaşım tarzına erişebilmek için ciddi bir spor ekonomisi ve spor endüstrisi bilgisi gerekir.
2-3 ay önce benzinci, inşaatçı olan adamların bir anda Süper Lig’de kulüp yönetebildiği bir ortamda bu entelektüel bakış açısına ve bütüncül kavrayışa erişilmesi zordur. Bahsettiğimiz kavrayışa erişemeyen kişiler ellerinden oyuncaklarının alınacağını düşünürler. Düşünsene, kulüp başkanısın ama ne yapıp ne yapamayacağına lig yönetimi de karışıyor. Kim ister bunu? Hani ben transferlerle hava atacaktım? Hani ben kulüp üzerinden manevi veya maddi rant sağlayacaktım? Zaten bu yüzden senelerdir Türkiye’de bu konu konuşulmasına rağmen henüz ciddi bir adım atılamamıştır. Eski köye yeni adet getirmesi zordur, o yüzden Türk futbolunda yeni bir köy inşa etme zamanı gelmiştir.
Dünya futbolunda artık takımlardan önce ligler yarışıyor.
Liginiz iyi değilse ne kadar iyi takımınız olursa olsun dünya futbol pazarında yeriniz olmaz. Özne değil, nesne olursunuz. Figüran rollerle mutlu olursunuz.
Bu yüzden samimi ve biliçli her futbol yöneticisinin amacı kendi takımının yanısıra Türkiye Süper Lig’ini de güçlendirmek olmalıdır! Bu tür dayanışmalar ‘iyilik’ değildir. Futbol endüstrisinin dinamiklerini bilen olan modern ve bilgili futbol yöneticilerinin ‘kendi çıkarları’ için yaptıkları stratejik hareketlerdir. ‘Benim varlığım için diğerlerinin varlığı da önemli’ düşüncesinin somutlaşmış halidir. Örneğin, Bundesliga’da mücadele eden birçok takımın gelirleri Covid-19 nedeniyle düştüğünde, Bayern Munich, Borussia Dortmund, RB Leipzig ve Bayer Leverkusen Şampiyonlar Lig’inden elde ettikleri gelirin €20 milyon Euro’sunu diğer takımlara bağışlamıştı.
Profesyonel bir ligde takımlar iş ortaklarıdır. Saha içindeki 90 dk. hariç, saha dışında birbirleriye rakip değil müşterek çıkarları olan şirket ortaklarıdır. Maalesef geçmiş senelerde başta 4 büyükler olmak üzere, diğer kulüplerimiz de sadece ‘hep bana, hepsi bana’ anlayışıyla pozisyon aldılar. Basit bir örnek vereyim. Yayın gelirinden ligin eski şampiyonlarına dağıtılan ekstra paralar bile özünde haksız rekabet yaratır. Yıl sonunda lig şampiyonuna ek bir bonus verilmesi doğaldır ve bu hakkıdır ancak 25-30 sene önceki şampiyonluklardan dolayı bile bugün yayın ihalesinden fazla para alınması o ligin dengesini bozar.
Ligi ve ligde oynanan futbolu değerli kılan en önemli faktör rakabetçi dengedir. Uzunca bir dönem İspanya dünyanın en iyi iki oyuncusuna sahip ligiydi. Messi ve Ronaldo. Ancak La Liga asla Premier Lig’in önüne geçemedi. İngiltere Premier Lig’i dünyanın en değerli ve en fazla ilgi gören ligi yapan sebeplerin başında bu rekabet ve denge unsuru gelir. Çünkü her hafta kimin kimi yeneceği net belli değildir. Takımlar arası rekabetçi denge iyi oluşturulmuştur. Benzer şekilde dünyanın en çok gelir getiren ligleri Amerika Birleşik Devletleri’ndedir. İster NBA’e ister NFL’e bakın, orada da ilk göreceğiniz şey ligi yöneten akıl tarafından takımlar arasındaki dengelerin korunması için ciddi ve bilinçli bir emek verildiği olacaktır. Salary Cap uygulamasından draft sistemine kadar her şey bu denge için icat edilmiştir. F1 sever okuyucularım varsa onlara da dokunayım. Schumacher’in F1’de üst üste 5 sene şampiyon olduğu dönemin sonlarına doğru izleyicinin ilgisinin azaldığı görülür. Nedeni bellidir. Kimse sonucu belli olan bir spor müsabakasına fazla ilgi göstermez.
Burada şunun da altını çizmem gerekir. Rekabetçi denge, kalite ve yetenek özelinde olursa lige fayda sağlar. Kalitesizlik ve beceriksizlik üzerine bir denge kurmanız ve bu ortam içerisinde herkesin birbirini yenme ihtimalinin olması o ligi ilerletmez. Özellikle Türkiye Süper Ligi'nde zaman zaman karşılaştığımız durum budur. Normalde 500.000 euro bile etmeyecek adamları 2 milyon euro maaşla getirip yıldız diye pazarlamak ve sonrasında Anadolu takımlarına yenilmek ligimizi rekabetçi ve kaliteli yapmaz.
Ligimizin rekabetçi dengesi takımlarımızın Avrupa’da başarı kazanması için de en kritik faktördür. Örneğin, senelik 6 milyon euro maaş vererek takımınıza Falcao’yu getirmeniz bile sizi asla Avrupa’da başarılı yapmaz! Yapamaz! Bunun tek ve en sağlam yöntemi ligin kalitesinin ve buna bağlı olarak marka değerinin artmasıdır. Eğer takımınız ligin en az 20 haftasında Avrupa seviyesindeki kadar kaliteli rakiplerle karşılaşıyorsa, işte o zaman sizin Avrupa’da tur atlama ve kupa kazanma şansınız artar. Bu da ligdeki diğer takımların güçlenmesinden geçer. ‘En çok parayı ben alayım ve böylece en pahalı transferleri ben yapayım’ mantığı yanlış bir mantıktır. Yine somut örneklerle gideyim. Fenerbahçe güçlenmek ve kalıcı başarılar elde etmek istiyorsa bunun tek bir şartı vardır. Beşiktaş’ın, Trabzonspor’un, Galatasaray’ın güçlenmesidir. Ama bu burada bitmez. Ligin 15. sırasındaki bir Anadolu takımının da güçlenmesi gerekir. Başka türlü Türkiye’den hiçbir takım Avrupa’da ciddi ve kalıcı bir başarı elde edemez.
Şimdilik esas konumuza geri dönelim.
Pratikte Süper Lig tam anlamıyla bir ticari işletmedir.
Peki bu işletmenin yani Süper Lig’in genel müdürü kimdir? Ligi yöneten, geliştirmekle sorumlu olan kişi kimdir? Cevap: Öyle biri yoktur. İşte sistem bu kadar çarpıktır. Görünürde TFF başkanı veya genel sekreter gibi gık-mık cevaplar vermeye çalışmak nafiledir. İşin özü: Lig sahipsizdir. Düzensiz nizam intizamı bozar. Bütün karışıklıklar buradan çıkar.
Peki ligin sahibi kim olmalıdır? Felsefi anlamda bu sorunun cevabını uzun uzadıya tartışabiliriz ama modern futbol dünyasında işleyen uygulama bellidir. Futbol liginin sahibi o ligde mücadele eden futbol takımlarıdır.
Bu yüzden Türk futbolunda acilen profesyonel ligler kurulmalı ve kolektif bir bilinçle futbolun ana paydaşları kulüpler tarafından yönetilmelidir. Bu iş başlangıçta zordur. Çünkü 18 takımın da egolarını ve kişisel çıkarlarını bir kenara bırakıp, ligin çıkarlarını öncelemesi gerekir. Bu yaklaşım tarzına erişebilmek için ciddi bir spor ekonomisi ve spor endüstrisi bilgisi gerekir.
2-3 ay önce benzinci, inşaatçı olan adamların bir anda Süper Lig’de kulüp yönetebildiği bir ortamda bu entelektüel bakış açısına ve bütüncül kavrayışa erişilmesi zordur. Bahsettiğimiz kavrayışa erişemeyen kişiler ellerinden oyuncaklarının alınacağını düşünürler. Düşünsene, kulüp başkanısın ama ne yapıp ne yapamayacağına lig yönetimi de karışıyor. Kim ister bunu? Hani ben transferlerle hava atacaktım? Hani ben kulüp üzerinden manevi veya maddi rant sağlayacaktım? Zaten bu yüzden senelerdir Türkiye’de bu konu konuşulmasına rağmen henüz ciddi bir adım atılamamıştır. Eski köye yeni adet getirmesi zordur, o yüzden Türk futbolunda yeni bir köy inşa etme zamanı gelmiştir.
Dünya futbolunda artık takımlardan önce ligler yarışıyor.
Liginiz iyi değilse ne kadar iyi takımınız olursa olsun dünya futbol pazarında yeriniz olmaz. Özne değil, nesne olursunuz. Figüran rollerle mutlu olursunuz.
Bu yüzden samimi ve biliçli her futbol yöneticisinin amacı kendi takımının yanısıra Türkiye Süper Lig’ini de güçlendirmek olmalıdır! Bu tür dayanışmalar ‘iyilik’ değildir. Futbol endüstrisinin dinamiklerini bilen olan modern ve bilgili futbol yöneticilerinin ‘kendi çıkarları’ için yaptıkları stratejik hareketlerdir. ‘Benim varlığım için diğerlerinin varlığı da önemli’ düşüncesinin somutlaşmış halidir. Örneğin, Bundesliga’da mücadele eden birçok takımın gelirleri Covid-19 nedeniyle düştüğünde, Bayern Munich, Borussia Dortmund, RB Leipzig ve Bayer Leverkusen Şampiyonlar Lig’inden elde ettikleri gelirin €20 milyon Euro’sunu diğer takımlara bağışlamıştı.
Profesyonel bir ligde takımlar iş ortaklarıdır. Saha içindeki 90 dk. hariç, saha dışında birbirleriye rakip değil müşterek çıkarları olan şirket ortaklarıdır. Maalesef geçmiş senelerde başta 4 büyükler olmak üzere, diğer kulüplerimiz de sadece ‘hep bana, hepsi bana’ anlayışıyla pozisyon aldılar. Basit bir örnek vereyim. Yayın gelirinden ligin eski şampiyonlarına dağıtılan ekstra paralar bile özünde haksız rekabet yaratır. Yıl sonunda lig şampiyonuna ek bir bonus verilmesi doğaldır ve bu hakkıdır ancak 25-30 sene önceki şampiyonluklardan dolayı bile bugün yayın ihalesinden fazla para alınması o ligin dengesini bozar.
Ligi ve ligde oynanan futbolu değerli kılan en önemli faktör rakabetçi dengedir. Uzunca bir dönem İspanya dünyanın en iyi iki oyuncusuna sahip ligiydi. Messi ve Ronaldo. Ancak La Liga asla Premier Lig’in önüne geçemedi. İngiltere Premier Lig’i dünyanın en değerli ve en fazla ilgi gören ligi yapan sebeplerin başında bu rekabet ve denge unsuru gelir. Çünkü her hafta kimin kimi yeneceği net belli değildir. Takımlar arası rekabetçi denge iyi oluşturulmuştur. Benzer şekilde dünyanın en çok gelir getiren ligleri Amerika Birleşik Devletleri’ndedir. İster NBA’e ister NFL’e bakın, orada da ilk göreceğiniz şey ligi yöneten akıl tarafından takımlar arasındaki dengelerin korunması için ciddi ve bilinçli bir emek verildiği olacaktır. Salary Cap uygulamasından draft sistemine kadar her şey bu denge için icat edilmiştir. F1 sever okuyucularım varsa onlara da dokunayım. Schumacher’in F1’de üst üste 5 sene şampiyon olduğu dönemin sonlarına doğru izleyicinin ilgisinin azaldığı görülür. Nedeni bellidir. Kimse sonucu belli olan bir spor müsabakasına fazla ilgi göstermez.
Burada şunun da altını çizmem gerekir. Rekabetçi denge, kalite ve yetenek özelinde olursa lige fayda sağlar. Kalitesizlik ve beceriksizlik üzerine bir denge kurmanız ve bu ortam içerisinde herkesin birbirini yenme ihtimalinin olması o ligi ilerletmez. Özellikle Türkiye Süper Ligi'nde zaman zaman karşılaştığımız durum budur. Normalde 500.000 euro bile etmeyecek adamları 2 milyon euro maaşla getirip yıldız diye pazarlamak ve sonrasında Anadolu takımlarına yenilmek ligimizi rekabetçi ve kaliteli yapmaz.
Ligimizin rekabetçi dengesi takımlarımızın Avrupa’da başarı kazanması için de en kritik faktördür. Örneğin, senelik 6 milyon euro maaş vererek takımınıza Falcao’yu getirmeniz bile sizi asla Avrupa’da başarılı yapmaz! Yapamaz! Bunun tek ve en sağlam yöntemi ligin kalitesinin ve buna bağlı olarak marka değerinin artmasıdır. Eğer takımınız ligin en az 20 haftasında Avrupa seviyesindeki kadar kaliteli rakiplerle karşılaşıyorsa, işte o zaman sizin Avrupa’da tur atlama ve kupa kazanma şansınız artar. Bu da ligdeki diğer takımların güçlenmesinden geçer. ‘En çok parayı ben alayım ve böylece en pahalı transferleri ben yapayım’ mantığı yanlış bir mantıktır. Yine somut örneklerle gideyim. Fenerbahçe güçlenmek ve kalıcı başarılar elde etmek istiyorsa bunun tek bir şartı vardır. Beşiktaş’ın, Trabzonspor’un, Galatasaray’ın güçlenmesidir. Ama bu burada bitmez. Ligin 15. sırasındaki bir Anadolu takımının da güçlenmesi gerekir. Başka türlü Türkiye’den hiçbir takım Avrupa’da ciddi ve kalıcı bir başarı elde edemez.