Türkiye’de son on yılda özellikle son iki yılda yaşanan değişimler çok hızlı.
Hiçbir konu yeterince konuşulamıyor, tartışılamıyor, müzakere edilemiyor.
"Ben istedim, ben yaptım" deniyor ve oluyor. Bu da bizi, hukuku kendine ilke edinen devlet olma vasfından hızla uzaklaştırıyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları ile kavga etmek, onları itibarsızlaştırır bir üslûp kullanmak hele hele de lanete varan söylemler, toplumu daha fazla bölmek ve kutuplaştırmaktan öte hiçbir işe yaramıyor.
Ayasofya’nın müze statüsünün camiye dönüştürülerek ilk cuma namazının kılınmasıyla, 24 Temmuz 2020 her yönüyle tarihe geçen bir gün oldu.
"Bir yılda ne değişti de Ayasofya ile ilgili politikada değişime gidildi" sorusunun cevabı, pandemi süreci ve sonrasında dünyanın ihtiyaç duymak zorunda kaldığı yeni düzenle ilgili. Sayın Erdoğan, bu yeni dünya düzeninin önemli kurucu isimlerinden biri olarak yer almak istiyor.
Erdoğan bu süreci bir süre gözlemledikten sonra; Türkiye’ye Rusya, Çin, ABD, Almanya gibi hegemon bir güç olabilecek bir misyon biçiyor. Tabi kendi dünya görüşü ve misyonu çerçevesinde. Bu görüşte ümmet birliği esası önemli bir yer tutuyor. Ne yazık ki bu politika mecliste, kamuoyunda tartışılmıyor. Sarayda etkili bir avuç isim tarafından karar alınıp kamuoyuna deklare ediliyor.
Ayasofya’nın açılması, global bir projenin gereği olarak hem iç, hem de dış politika ile doğrudan ilintili. Türkiye’nin daima bölgesel bir güç hâline getirilmesi arzusu vardı. Bunun siyasi olarak da bir ümmet esasına oturtulması gerekiyordu. Hilafetin geri getirilmek istenmesi de bunun parçalarından biri. Nitekim hemen ardından bazı isimlerce hilafetin tartışılmaya açılması da bunun sonucu.
Bunu yakın bir gelecekte Yunanistan’ın işgal ettiği adalarımızdan birisine askerî harekât yapmamız izlerse, kimse şaşırmasın.
Hilafet, uzun bir süre daha tartışılacaktır. Özal döneminde TCK’nin 163. maddesi kalktıktan sonra, teröre ve silahlı başkaldırıya başvurmadan, Türkiye’de hilafeti istemek suç değil. Bu detayı da dikkatimizden hiç kaçırmayalım.
Diyanet İşleri Başkanı Sayın Ali Erbaş’ın; kendini laik devletin bir memuru olmaktan öte, sanki bir şeyhülislam gibi görüp davranması, sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın söylem ve eylemlerine uygundur. Diyanet; bugün, siyasetin çizgisine uygun olarak kendini şeyhülislamlık makamı olarak konumlandırıyor, ona göre çalışmalar yapıyor.
Ali Erbaş’ın Türkiye’nin kurucularına yönelik hakaretamiz sözlerine sayın Erdoğan’ın en ufak bir itirazı olmadı. Göreceğiz, hiçbir itirazı olmayacak da. Zaten Ali Erbaş da, Erdoğan’a aykırı söylem ve eylemde bulunsa, bir saniye bile o makamda kalamaz. Sayın Erdoğan’ın politikalarına ve amacına uygun hareket eden bir Diyanet ile karşı karşıyayız.
Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılması esnasında Atatürk’e lanet ve hilafet çağrılarının yapılması ve kamuoyunun buna tepkisi nedeniyle, Ak Parti sözcüsü Ömer Çelik bir açıklama yaptı. “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir (...)” ve bu minvalde devam ediyor. Başta Ömer Çelik olmak üzere bütün Ak Parti mensupları; ne oldu da “Türkiye, laik sosyal bir hukuk devletidir” açıklaması yapmak zorunda kalıyorlar?
Oturup Türkiye nasıl bu hâle geldi uzun uzadıya bir düşünsünler!..
Ömer Bey; kusura bakmayın açıklamanızı inandırıcı bulmak zor. Ben bu sözleri Cumhurbaşkanımızın ağzından amasız, fakatsız duymak isterim. Siz parti sözcülerinin, grup başkanvekillerinin açıklaması hiçbir şey ifade etmiyor. Sizin partinizde ancak Cumhurbaşkanı bir açıklama yaparsa bir şey ifade ediyor. Bu açıklamayı Sayın Recep Tayyip Erdoğan yapabilir mi, yapmaz mı? Yaparsa eğer, o zaman sizin sözleriniz inandırıcılık kazanır.
Tüm bunlar olurken İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmaları da alevlendi
İstanbul Sözleşmesi konusuna gelince de fiiliyatta ortaya çıkan bazı istismarlar olmasına rağmen , İstanbul Sözleşmesi doğrudur ve şarttır.
Evet sadece kadının beyanı ile hareket edilmesiyle çok az da olsa, bazen haksızlıklar ortaya çıkıyor. Olsun!... Bu haksızlıkları bile sineye çekelim. Türkiye’deki kadınların en üst kademeden en alt kademeye kadar, çektiği sıkıntılar cok önemli seviyede. Ufak tefek hatalar nedeniyle bu sözleşmeden çekilmek büyük bir hata olur.
Biz ileride ahlâklı bir toplum yaratacaksak bu erkekler sayesinde değil, anneler sayesinde olacaklar. Erkeklerin kaba kuvvet kullanması, para kazanıyor olmasıyla falan değil, güçlü, eğitimli, bilgili kadınlarımızla toplumu şekillendireceğiz. Ne acıdır ki Cumhuriyetin kadınlarımıza kazandırdığı onca hakka rağmen, kadınlarımızı şiddetten koruyamıyoruz.
Mevcut durumda kadınların şiddete karşı en büyük güvenceleri İstanbul Sözleşmesi’dir.
Buna bari dokunulmasın.
EĞERLERE GELMİYORSANIZ