Gündemin çok hızlı olduğu bir hafta oldu. Provokasyonlar, çıkışlar, itiraflar...
Kuşkusuz en önemli olay, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu’nun açıklamasıydı.
16 Nisan referandumu ile kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin özelliklerinden biri, Cumhurbaşkanının altında ama hükûmetin üzerinde kurulların olması. Bu kurullardan biri de Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu. Bu kurulda bulunan kişiler önemli.
Zîra bu kişiler büyük ölçüde yeni Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi anayasasını hazırlayan kişilerden oluşuyor: Mehmet Uçum, Burhan Kuzu, Mustafa Akış, Uğur Kızılca, Hasan Nuri Yaşar, Ayşe Nur Bahçekapılı, Ayşe Türkmenoğlu.
Bu kurul 8 Mayıs 2020’de Twitter üzerinden 3 sayfalık yazılı bir açıklama yaptı. Bu açıklamada, daha ziyade Ak Parti içinde konuşulmakta olan Cumhurbaşkanının yüzde 40+1 ile seçilmesi konusu tenkit ediliyor. Bu sistemin temelinin yüzde 50+1 ile seçim olduğu ve bu konunun ne kadar önemli olduğu vurgulanıyor. Bu vurgulama yapılırken üzerinde durdukları konuların doğru olan bir kısmı var. O da sistemin (güya) istikrar getirecek olması.
Ancak başka dikkati çeken bir cümle daha var: “Türkiye Toplumu ve onu oluşturan bireyler çok kimlikli olmakla birlikte başat aidiyetini tek kimlik üzerinden ifade edilmesi ihtiyacı doğduğunda hiçbir kimlik grubu tek başına toplumun çoğunluğunu oluşturmamaktadır. Yani hiçbir kimlik grubu gerek halk kesimi olarak gerekse seçmen olarak yüzde elliden fazla bir sosyolojik güce sahip değildir.”
Bu anlayış anayasayı hazırlayanların özellikle mevcut anayasanın 66. maddesindeki “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” tanımından ne kadar rahatsız olduklarını ve ilk fırsatta bunu değiştirmek isteyeceklerinin göstergesi.
Ayrıca “ Türkiye'de hiçbir cumhurbaşkanı adayı toplumun bütün çeşitliliğini dikkate almadan yüzde elliden fazla destek alamayacağına göre, dışlayıcı siyasetlerin siyasal sistemde etkili olmasının önüne geçilmiş olur. Bunun yerine yüzde elliden fazla desteği aşağı çekerek hükûmet kurma tercihlerine yönelmek dışlayıcı siyasete alan açar, toplumun şu ya da bu kesimini siyasal sistem dışına iter.” cümlesiyle toparlayıcı bir siyasetten ziyade etnik temelli siyaset arzularının ne kadar ön planda olduğu görünüyor.
Bu iki tespitten sonra, esas ana konu kurulun iddiasına göre; cumhurbaşkanının seçiminin yüzde 50+1 ile yapılması, siyasi, idari istikrarın yanı sıra sosyolojik istikrar da getirecek.
Bu bildiriyi yazan her kimse herhâlde Türkiye’de yaşamıyor!..
Son iki senedir mevcut sistemin; Türkiye’yi nasıl kamplara ayrıştırdığını, kamplaşmanın ne kadar ileri boyutlara geldiğini, sosyolojik birleşme olması yerine Cumhurbaşkanın fikriyatına uymayan herkesin zillet ittifakı olarak tanımlanmasına yol açan, son derece kötü bir durumun içine bizi düşürdüğünü gördük. Eğer bazı anayasa değişiklikleri yapılacak ve “bazı” değişiklikleri de hinlik üzerinden yapmak düşünülüyorsa, mevcut anayasanın ne kadar yıpratıcı ve kamplaştırıcı olacağını da dikkate almaları gerekir.
Cami provokasyonları...
Cami provokasyonun darbe söylentilerinin ayyuka çıktığı döneme gelmesi son derece düşündürücü. Darbe ihtimalinin olduğunu düşünmüyorum.
Velev ki; milyonda bir de darbe ihtimali olsa, MİT’in, İçişleri Bakanlığının, Emniyet İstihbaratın, İçişleri ve Savunma Bakanı’nın bu konunun üzerine derhâl eğilerek ortaya çıkarması gerekirdi. Hakiki bir darbe ihtimali yokken eğer bunu bir provokasyon olarak yapanlar varsa ve birkaç haftadır bu konunun üzerine hükûmet doğru dürüst eğilmiyorsa, acaba hükûmet bundan bir menfaat mi bekliyor, düşüncesi doğabilir. Bu da çok tehlikelidir. Hükûmetin de bu duruma düşmek isteyeceğini sanmıyorum.
Camilerden Çav Bella ya da başka türkülerin okunması son derece ayıp ve tehlikeli bir provokasyondur. Bir kere demek ki merkezi olarak biz camilerimizin ses sistemine hiç hâkim değilmişiz. Yaptıklarıyla çok övünen Diyanet, bu konuya hiç hâkim değilmiş ve gerekli emniyet unsurlarını temin edememiş. Allah korusun bu tip bir provokasyonun ötesinde başka laflar da edilseydi, Türkiye ne hâle gelirdi?
Bu provokasyonu da yapanları ciddi olarak hükûmetin derhâl ortaya çıkarması lâzım. Hükûmet unutmasın ki provokasyonları yapan gerçek kişiler ortaya çıkarılmadığı sürece, acaba hükûmet bundan medet umuyor mu diyenler çıkabiliyor, çıkabilir. Bu da Türkiye için çok kötü olur.
Bahçeli ve Erdoğan...
Bahçeli ve Erdoğan arasında bir gerginlik yok. Siyasi menfaatler zaman zaman farklı düşüncelere yöneltebilir.
Bahçeli’nin iki kırmızı çizgisi var. İlki Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi yani yüzde 50 +1’ in devam etmesi. Muhtemelen Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu da bu açıklamayı, Bahçeli'yi rahatlatmak için yapmış olabilir. Hoş bu kurulun Türklük konusundaki açıklamaları hakkında, Bahçeli'nin ne düşündüğünü de ben çok merak ediyorum.
İkinci kırmızı çizgisi; milletvekillerinin Meclis’teki başka partilere geçmek suretiyle, Cumhur İttifakı'nın Meclis’te çoğunluğu kaybetmesi ve seçimde sıkıntıya girmesi. Bu endişesinden dolayı bazı değişiklikler istedi.
Bahçeli’nin bu hassasiyetlerinin hükûmet tarafından da olumlu karşılanması ihtimali yüksek. Ben bir kader birliği yapıldığını görüyorum. Dolaysıyla aralarında ciddi itilaf olduğu kanaatinde değilim. Ama önümüzdeki dönemde güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçmek isteyen partiler veya milletvekilleri, Meclis aritmetiğini değiştirebilecek konuma gelirse, o zaman durum değişebilir.
Ak Parti bundan sonraki seçimlerde iktidarını temin edebilmek için gerekeni yapacaktır. İçerideki ve dışarıdaki gelişmeler AKP’yi ve Sayın Erdoğan’ı yeni bir açılım sürecine zorlayabilir. Böyle bir durumda Bahçeli ne yapar, ben de merak ediyorum.
Davutoğlu’nun açıklamaları
Davutoğlu’nun somut açıklamalarına başlamasını takdirle karşılıyor ancak bu kadar geç kalmasına da ciddi hayıflanıyorum. Aradan geçen zamanda neden konuşmadı? Somut olarak bunları açıklamadı, bunlar çok büyük eksiklikler. 15 Temmuz’dan sonra Meclis’te kurulan araştırma komisyonuna müracaat edip bu konuda bildiklerini veya Türkiye’ye ışık tutacak konuları orda açıklaması gerekirdi. Aradan 3-4 yıl geçtikten sonra konuşmaya başlaması çok geç olmakla beraber, hayırlı bir gelişmedir.
Sayın Davutoğlu’nu da, lafları sis perdesi arkasında bırakmadan ancak kendisinin kızdırılınca cevap vermek şeklinde değil, ciddi bir şekilde, şahsi muhasebe yaparak kamuoyu ile paylaşmaya davet ediyorum.
Bu Türkiye’nin hukuk devleti olması ve demokrasi vasfı için çok önemli bir gelişme olacaktır.
Kızdıkça ya da tenkit edildikçe değil, sis perdeleri arasında muğlak şekilde bırakmadan açık seçik konuşmaya başlasın.