Ülkemizin içinde bulunduğu şartlar, hepimizin ruh hâlini bozdu. Hepimizi çileden çıkardı, kırılgan yaptı. İnsan ilişkilerimiz yıprandı, dostluklar bitme aşamasına geldi.
Birbirimizle laf olsun diye, ağız ucuyla konuşan insanlar hâline geldik.
Kırk yıllık dostluklar eften püften sebeplerle düşmanlığa dönüştü. Aynı evin içinde yaşayan insanlar, birbirine tahammül edemez hâle geldi. Aynı amaç için bir araya gelmiş insanlar, ayrı hesap yapar hâle geldi. Kalabalıklar içinde yalnızlaşan insanların yaşadığı bir toprak parçasına doğru giden Türkiye, dünyada da hızla yalnızlaşan bir ülke durumuna geldi.
Hepimiz, korkuların esiri, yaşadığımız toprak ise, hapishaneye dönüştü. Kurduğumuz ilişkilerde “dostu, post; postu, dost” kabul eder hâle geldik. Sabırsız ve peşin hükümlü olduk.
Birliğimiz, dirliğimiz bozuldu. Güven, bilinmeyen bir adrese saklandı. Kırmızıyı gören boğa misali, birbirimize kinle bakar hâle geldik. Dost diye bilmemiz gerekenlerin en ufak bir yanlışını deve yaptık. Dostumuz olmayanların deve büyüklüğündeki yanlışını ise, pire gibi görmeye başladık.
Dost kim?
Düşman kim?
Vahim ki, vahim!
Türkiye’yi yönetenlerin bu vahim tabloyu idrak ettikleri kanaatinde olmadığım için, size bugün dünyanın gelişmiş sekiz ülkesinin arasına giren Japonya’nın, belki de bu işi başarmasında en önemli itici güç olan “motivasyon”u ortaya çıkaran öğelerden biri olan “dostu” nasıl tanımladıklarından bahsedeceğim.
Eski Japon kültürüne göre parıldayan her şey değersiz ve bayağı kabul edilirdi. Yeni bir fincan veya vazo ürküntü verirdi. Çünkü parıldayan bir nesne yenidir ve yeni olduğundan, henüz kullanımının ona kazandırdığı soylulukla değer kazanmamıştır.
Eskimiş, pek çok kez çay içmekten ötürü kararmış bir fincan, bizimle yaşamış, sabrımızı ve özenimizi aktardığımız bir eşyadır ve zamanla hem bizim huyumuzu, hem de duygularımızı yüklenmiş ve bize hizmet ederek bunun karşılığını vermiştir. Uzun süreli bir dostluk, zamanın karattığı bir fincanınkiyle eş değerde izler taşır. Gündelik eşyalarda da, arkadaşlıklarda, dostluklarda olduğu gibi çatlaklar ve gölgeler bulunur.
Bir fincanı fırlatıp atmamak ve bir arkadaşı yaşantından uzaklaştırmamak için sabır ve sadakat gibi son derece önemli; ama artık sık rastlanmayan iki duyguya ihtiyaç vardır.
Sabır, yüklendiği rol gereği bir tuğlaya, sadakat ise bir köke benzer. Sabır acelenin, sadakat ise tüketimin panzehiridir. Bu iki duyguyu fiziksel bir imge olarak düşünürsek; “Dostluk tuğlalarla örülür, kökler sayesinde gelişir.” diyebiliriz.
Dostlara selam olsun...