THE MAN FROM ORAN(Orandan Gelen Adam) isimli filmi izledim..
Filim; Fransızlara karşı Cezayir’in bağımsızlığı için uzun yıllar savaşmış iki devrim kahramanının hayat hikâyesini ve Cezayir’de bağımsızlık sonrası yaşananları anlatıyordu.
Bağımsızlık sonrası insanların ve kurdukları sistemin zamanla nasıl çürüdüğünü, kutsalların nasıl sentetikleştirildiğini, yoldaşlığın nasıl cüzdandaşlığa dönüştüğünü, dinin, vatanın, milletin, ideolojilerin nasıl sloganlaştığı, siyasi aktörlerin nasıl sıradanlaştığı ve yozlaştığı; kovdukları emperyalizmin parasıyla, kültürüyle, tekniğiyle her alanda nasıl geri döndüğünü izlediğimde, bu makaleyi yazmaya karar verdim. Makale birkaç bölümden oluşacak.
Filmin içeriği, sahneleri ve mesajları çok etkileyiciydi.
Bu etkiyle; memlekete “olup biteni” ve olması gerekenleri kendi lisanımla, eğip bükmeden anlatmaya çalışacağım.
Aslında benim kâğıda aktaracağım tespitler, herkesin birebir yaşadığı bir gerçekliktir.
Hepimiz biliyoruz görüyoruz yaşıyoruz...
Çü-rü-dük!..
Kutsallarımız, kardeşliğimiz, barışımız, devletimiz, adaletimiz, ahlâkımız, eğitimimiz, aile birliğimiz, ekonomimiz, demokrasimiz, iddialarımız, hayallerimiz, canımız cananımız çürüdü.
Çürümenin ortaya çıkardığı ağır koku, şehirlerimize, kasabalarımıza, köylerimize velhâsıl bedenlerimize sindi.
Kokudan burnumuzun direği sızlıyor ve biz sesimizi çıkaramıyoruz. Sadece yutkunuyoruz!..
Her yutkunuşumuzda; isyan ettiğimiz “olup bitenin” bir parçası hâline geliyor ve bekâ sorunumuzun semirmesine katkı sağlıyoruz.
Kimimiz din denilince,
Kimimiz Türk denilince,
Kimimiz Kürt denilince,
Kimimiz vatan denilince,
Kimimiz bayrak denilince,
Kimimiz mezhep denilince,
Kimimiz parti, ideoloji denilince,
Kimimiz mide denilince,
Kimimiz ikbâl denilince,
Kimimiz evlat, aile denilince,
Kimimiz edep denilince,
Kimimiz mahalle denilince,
Kimimiz biat denilince,
Kimimiz tarikat, cemaat, dergâh, bargâh denilince,
Şundan bundan dolayı, yutkunuyoruz...
Kendi mahallemizdeki hırsıza hırsız, basiretsize basiretsiz, liyakatsıza liyakatsız, ahlâksıza ahlâksız, adaletsize adaletsiz, eşkıyaya eşkıya, haine hain, zübüğe zübük diyemiyoruz!
Onları cemiyetin ve işleyişin dışına atamıyoruz... Ve gittikçe onlara benziyoruz...
Bu hâl toplumun tüm kümeleşme alanlarına sirayet etmiş, âdeta toplumsal bir çürüme hâline gelmiştir.
Sağı, solu, dinsizi, dindarı, Türk’ü, Kürt’ü, vs...
Herkesin hırsızı kendine kıymetli,
Herkesin ahlâksızı kendine kıymetli,
Herkesin iffetsizi, adaletsizi, liyakatsız, eşkıyası kendine kıymetli,
Anlayacağınız toplu bir günah işliyoruz!!!
Kimse kusura bakmasın!
Masumiyet; bu toprakta sabilerimiz (çocuklarımız) ve dört ayaklılarla sınırlı bir alana hapis olmak üzeredir!
“Olup biten” hepimizin ortak eseridir... Eserin müellifi bizleriz...
Hâl böyle olunca; az günahkâr, çok (gerçek) günahkâr tasnifinden başka elimizde hiçbir ölçü kalmamıştır!
Az günahkarlar; çok(gerçek) günahkarların günahlarına sessiz kaldıkları, yutkundukları için günahkardırlar...
Çok (gerçek) günahkârlar ise fıtratlarının gereğini yapmaktadırlar. Çok( gerçek) günahkârların sayısı azdır!
Toplumun ekseriyetine yakınını oluşturan az günahkâr sınıfı parçalıdır. Cepheleşmiş ve kavgalıdır.
Bu durum, çok (gerçek) günahkârların güçlerini korumak için milletin içine soktuğu nifak sonucunda oluşmuştur!
Makaleye devam edeceğim...