Medeniyetten uzak on gün…
Sıcağı sıcağına başımdan geçen bir olayı anlatayım:
Dünya’da hayat normale dönmeye başladıysa da Güney Amerika’da işler henüz o noktada değil, Bolivya’da hiç değil. Santa Cruz’da workaway.info üzerinden anlaştığım ailede yaklaşık bir ay kaldıktan sonra yer değiştirmeye karar verdim. Buena Vista yakınlarında ormanda yaşayan bir komünle iletişime geçtim. Gönüllü çalışma başvurum kabul edilince iki buçuk saatlik taksi, ardından da yol olmadığı için yarım saatlik bir mototaksi yolculuğu sonrası bölgeye ulaştım. Gittim diyorum ama bir de bana sorun. Yağmur sonrası motosiklet üzerinde, sırtımda 21 kg sırt çantam, 6 kiloluk ufak çantayı da motoru kullanana verdim. Boşuna mı üç dolar alıyor! Neyse, zaten bende bozuk çıkmayınca 3 doları da komün ödedi.
İlk başta her şey güzel; şirin bir oda ve temiz yatak. Pazar günü ulaştığım için çalışmadım, ertesi gün başladım işe: ormanı süpürüyorum! Şaka değil, cidden üç farklı yürüme yolundaki yaprakları dört gün boyunca süpürdüm.
Günler geçtikçe “geriye dönüşler” (Flashback) gözümün önüne geliyor; Resepsiyon binasının hemen yanında 30 metre yüksekliğinde çelikten bir kule, hava güzel olduğunda 15 metre etrafına sinyal verebiliyor. Çoğunlukla internet yok diyebiliriz. Benim oda kuleye uzak olduğundan akşamları daha çok kitap okuyarak vakit geçiriyordum. Gündüzleri bir yandan çalışıyor (altı saat ), bir yandan da içinde bulunduğum yaşamı düşünüyordum. Çalışıyorum dememe bakmayın, karın tokluğuna yani. Sabah kahvaltısını kendim hazırlıyorum verilen malzemelerle, öğle yemeği hep birlikte. Akşam da, öğle yemeğinden kalanlar.
Bir Déjà vu değildi hissettiğim ama anımsıyordum bir yerlerden. Bütün bunlar olurken artık şüphe kalmamıştı, bildiğin Lost dizisindeyim! Tek fark, adada değil ancak ormandayım. Ben de, tabii Sayid :) Yaşam, bir komün düzeninde ilerliyordu: yemek hazırlayan insanlar, temizlik yapanlar ve inşaat işlerini yürütenler olarak görev paylaşımları... Arada, iki yerel çalışanla çit çekmeye gidiyorum (eşofmanım yırtıldı), boya yapıyorum (tişörtüm boya oldu) veya havuzu temizliyorum. Diğer gönüllülerden biri olan İngiliz Chris de inşaat işleriyle uğraşıyordu. Chris zaten inşaat işçisiymiş Londra’dayken de. Merkezin Kuzey Amerikalı koordinatörü (Lost’taki Rousseau karakterine çok benzediği için öyle sesleniyordum bazen) haftada bir defa 4x4 Toyota Pick-up ile kasabaya inip gerekli yiyecekleri sağlıyor ve geri kalan zamanda da görevleri dağıtıyor. Yiyecekler demişken söylemeden geçemeyeceğim: sadece vejeteryan besleniyorlar! Saygı duyuyorum o ayrı ama ben et yemeği de severim ?
Neyse, birkaç günden sonra bütün güzel kuşların orkestrasına, genzimi yakan tertemiz havaya rağmen sıkılmıştım. Burada mevsim kış. Ortalama 26 dereceyle tabii :) Dezavantajı akşam altıda hava kararıyor.
Darılmak yok! Başta vejeteryan yemekler, müziğin olmaması (internete erişemiyordum) ve takip etmem gereken uçuşlara ulaşamamam terk etmem için yeterliydi. Yapamadım. Kalmayı hedeflediğimden daha az kalarak, konuk oyuncu olduğum Lost dizisinden on gün sonra kaçtım :) Sessiz, hayattan kopmak isteyen insanları geride bıraktım. Salgın nedeniyle kendilerini orada güvende hissedip konfordan vazgeçmelerine hak veriyorum. Şimdi önüme bakmam gerek artık…
Demek ki her yerde gönüllü olmaya gerek yokmuş. Buena Vista’daki yerin dezavantajı uzak olmasıydı. İstediğim an yer değiştiremedim. Oysa şehir merkezlerinde çok daha kolay. Ayrıca bu tür organizasyonlara destek verenler genelde hippiler. Toplumdan uzak yaşamış veya yaşayan insanlardı tanıştıklarım. Haliyle iletişimlerinde eksiklik gözlemledim. Gerçi frekans da yakalayamadım haksızlık etmeyim.
Unutmadan, aslında Brezilya’ya seyahat etmeden hemen önce, Arjantin’deyken benzer bir girişimle temasa geçmiştim. Cunha, Sao Paulo’da (yine ormanda) “alternatif yaşam modeli” öneren, ağırlıklı hippilerin yaşadığı, içsel dönüşümü amaçlayan bir “ev”di. Görece biraz daha ciddiydi o arkadaşlar; iki dakikalık bir video istemişlerdi kendimi anlatan. Videodan sonra kabul etmediler Şimdi düşünüyorum da iyi ki kabul etmemişler, orası olmadığı için couchsurfing yapıp harika insanlarla tanışmıştım.
Bu arada, Buena Vista kahve üreten bir kasaba. Hayatımda ilk defa dalından taze kahve meyvesi koparıp yedim (çekirdeğiyle). Bir Kolombiya kahvesi olmasa da fena değil Bolivya kahveleri, özellikle de Copacabana. Brezilya’daki plajdan bahsetmiyorum, Bolivya’nın ünlü kahve markası.
Toparlarsak, Bolivya’ya gelip Santa Cruz’a yolunuz düşerse, -ki düşmek zorunda çünkü uluslararası havalimanı burada, bölge doğal güzellikleri açısından zengin. Vaktiniz varsa, şehirden kopmak isterseniz Samaipata’da yer alan Amboro Ulusal Parkı ve Chiquitania’daki ormanlar görülmeye değer. Bolivya geniş ve çeşitliliğe sahip bir ülke; La Paz, Uyuni, Sucre, Rurrenabaque, ve Madidi Milli Parkını saymıyorum henüz.
Bu yazıyı, şu an Santa Cruz’da Hosteldeki ranzamdan yazıyorum. Yer varsa alt yatak her zaman benimdir. Az ilerde Arjantin’den Pablo uyuyor. Onu da anlatacağım, eğlenceli karakter. Neyse, gece yarısı oldu neredeyse. Yazıyı Batuhan’a yollayıp ışığımı kapatacağım artık. Uyandığında mesaj kutusunda bu haftaki yazıyı görecek birkaç saate.
Haftaya görüşürüz!