Türkiye, yönetim ve ekonomi alanında insanı dumura uğratan uygulamalara imza atıyor. Denge ve denetim mekanizmasının olmadığı, 100 yaşındaki Meclis’in fiilî olarak devre dışı bırakıldığı anlara tanık oluyoruz. Bu keyfiyet rejimi, artık temel hak ve özgürlüklerimizi de ortadan kaldırmaya başladı.
İnsanların temel yaşam hakkının korunması ve onların temel hak ve özgürlüklerine getirilen kısıtlamalara anayasa bir ölçüt getirmiş: “Hiç kimsenin temel hak ve özgürlükleri sınırlandırılamaz. Ancak savaş hâli ya da salgın gibi olağanüstü durumlarda devlet önlemler alabilir. Yurttaşlar da buna uymak zorundadır”. Bunun için devlet de “ölçülülük ilkesine” uymak mecburiyetindedir. Yani hem bireyler arasındaki eşitlik ilkesini koruyacak, hem de vaziyetin gerektirdiği önlemler dışında, ölçülülüğü bozan tedbirler almayacaksınız.
Türkiye’de bu bağlamda salgın gerekçesiyle, toplumun da maksadını aştığına inanmaya başladığı ilginç genelgeler yayımlanıyor. İnsanlardan komşularına gelen misafiri ihbar etmesi isteniyor. Kısıtlamalarla alkollü içki ve tütün türevlerinin neredeyse ev hâricinde kullanımı yasakmış gibi bir hâle getiriliyor. Hafta sonları içki satışı yasaklanıyor. Gerekçe olarak da rekabet gösteriliyor. Haklı olarak toplumun bir kesimi de "Yaşam tarzımıza müdahale için salgın bahane ediliyor" diyor.
Haftanın 5 günü 65 yaş üstüne ve 20 yaş altına günde 3 saat, açık hava izni veriliyor. Bu kesimlerin toplu taşıma kullanmaları ise yasak. Bu tedbir her ne kadar salgın için alınıyor olsa da bu grupların fizyolojik ve psikolojik durumları son derece olumsuz etkilenmiş durumda. Uzun süreli evde kapalı kalmak, hareketsiz ve yoğun kaygılı yaşam birçok sağlık sorununu tetikliyor. Toplumdan dışlanma hissi yaygınlaşıyor. Buna benzer daha birçok olaya bakıldığında, ölçülülük ve eşitlik ilkesi ihlâl edilmektedir.
Görünen o ki iktidar, genelgeler yönetimini çok sevdi. Temel insan hak ve hürriyetleri bir "genelge" ile kısıtlanıp, kısıt adı altında yasaklanabiliyor. Genelgeler salgın ile beraber anayasanın da önüne geçmeye başladı. Hukukta reform üzerine reform(!) yapan Türkiye'de, hiçbir hukuk insanının buna sesi çıkmıyor. Temel insan hak ve özgürlükleri, salgınla mücâdelenin dışına çıkan şekilde askıya alınıyor. Anayasa güvencesindeki sosyal haklarını da kullandırtmamak için her yol deneniyor.
Devlet yönetimine özensizliğin de hâkim olmaya başladığı görülüyor. Yayımlanan kısıtlama genelgelerinin ardından, üzerinden daha 24 saat geçmeden düzeltme veya açıklamaların yapılması sıradan bir durum hâline geldi. Bir hukuk sisteminde her konu bir genelge ile hâllediliverir oldu. Hattâ öyle ki isimlerce kaleme alınıp yayımlanan genelgelere, 24 saat geçmeden düzeltme metinleri yazılmasının sıradanlaştığını bile gördük. Bir hukuk devletinde sürekli şekilde genelge yayımlayarak yönetim olmaz. Oluyorsa da o ülkede herkesin elini başının arasına alıp düşünmesi lâzım.
Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi ile birlikte haber alma hakkı ve haberleşme hürriyetimiz üzerinde kurulan baskının dozu da her geçen gün artıyor. Düşünce ve ifade özgürlüğüne aslâ müsamaha gösterilmiyor. Muhalif bir düşünceye sahipseniz, toplumda sözlü linç edilmek ya da yargı eliyle süründürülmekten kurtulamıyorsunuz. Artık buna kamu yararı, toplum menfaati gibi gerekçelerin yanında salgın, halkı panik ve korkuya teşvik etmek de eklendi. İktidarı veya iktidara yakın birini eleştiren yahut iktidarın hoşuna gitmeyen bir haber yaptığınızda adliyemiz hemen harekete geçiyor. Halkın haber alma hakkı, anayasaya ve temel insan haklarına aykırı şekilde yıldırım hızıyla engelleniyor.
Bir belediye başkanı, paramızın altı sıfırlı hâliyle 3 katrilyonluk, bir diğeri de 15 milyon liralık yolsuzluk iddiasıyla suç duyurusunda bulunuyor. Ânında 297 haber sitesi ve gazeteye, habere erişim ve yayın yasağı getiriliyor. Ama tersi durumlarda aynı savcı ve hâkimler harekete geçmek için, dipsiz gölde olta ile balina tutmayı bekliyorlar.
Salgın ile mücâdele edilirken, tencerede ısınıyorum sanıp pişen kurbağa gibi olmayalım. Maske, mesafe, hijyen kadar temel insanî haklarımız da önemli.