“Kim bu cennet vatan uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın Hüda,
Etmesin tek beni vatanımdan dünyada cüdâ.”
diyerek geçmişten ders almış, bir vatan kaybetme ânının felâketini bizzat yaşamış yarınlara, bedeli canla ödenmiş tecrübelerini miras bırakmıştı İstiklâl şairimiz M. Âkif Ersoy.
Aslında düşünen, vatandaş olma bilincine erişmiş, bir millete aidiyet, bir ülkeye bağlılık hissedenler için ne hikmetli bir dörtlüktür. Alın bu dizeleri bir Almanyalıya (!), Fransalıya (!), Amerikalıya (!), Rusyalıya (!) uyarlayın. Bir Türk’ten farklı bir hissiyat içinde olmazlar.
Tarih; kayıpları ve kazançları sanılanın aksine mürekkeple değil, kanla yazarak mühürletir. Onun içindir ki Reşit Galip’in yazdığı Andımız; doğruluk, çalışkanlık, saygı, bilim ve bilginin getirdiği güce işaret eder. Ancak bilim ve bilgiyle elde edilen güç, tam bağımsızlığı ebedî kılar.
Tam da bu hissiyatla “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” derken ülkemizi bilim ve medeniyet yolunda en ileriye taşımak istemenin şuuruyla yetiştirilirdik Türk çocukları olarak. Tabi o yıllarda dili çatallı, dişleri kanlı zebânîler henüz Türklük bilinci ve Türk millî kimliğine doğrudan savaş açacak güce erişememişti. Ülkümüz; yükselmek, ileri gitmekti.
Gün oldu, devran döndü... En “yerli ve millî” isimlerimiz, Türk milletini çocukluktan birbirine kenetleyen, daima ilerlemeyi hedef gösteren Andımız zincirini, Türk milletinin canına, varlığına kasteden ırkçı, bölücü terör örgütü PKK’yla masaya oturmak için, kırıp attılar. PKK can almaya hâlâ devam ederken, yürünen “Türksüz Türkiye” menzilinde ihtiyaç duyulan anlarda Türklük bazen ayaklar altına alınıyor, bazen de ilk fırsatta canına okunacağı âna kadar göndere çekiliyor.
Türk Devrimi...
20. yüzyılın başında, yeni kurulan cumhuriyet ve onun adına “Türk devrimleri” denilen inkılâpları damga vurmuştu. Nasıl vurmasın ki? Balkanlardan, Kuzey Afrika’ya kadar milyonlarca kilometrekare toprak kaybetmiş, Anadolu’da küçücük bir alana hapsedilmiş bir imparatorluk bakiyesi, imkânsızlıklar içinde mucizesini yaratmıştı. Kesintisiz süren savaşlarda üç neslini yitirmiş, adına yedi düvel denilen emperyalizmi, kundaktaki bebeğin bile ölümü pahasına verilen bir mücâdeleyle Anadolu’nun bağrından def etmişti.
Cumhuriyet Türkiye’sinin tüm şehirleri harabe; sanayisinden tarıma, demiryolundan üniversitelerine, takviminden ölçü birimlerine, sağlık hizmetlerine kadar imara ihtiyacı vardı. Nüfusun büyük kısmı 50 yılı aşan kesintisiz savaş nedeniyle kadın ve çocuklardan oluşuyordu. Eğitim seviyesi de son derece düşüktü. İnsanlar padişahın kulu, halifenin ümmetiydi. Ahırdaki öküzün bile sayılıp kadının sayılmadığı bir sistemde, vatandaşlık bilincini yeşertip yenilikler yapmak elbet kolay olmadı.
Birçok devrim günlerce, bazen yıllarca tartışıldıktan sonra hayata ancak geçirilebildi. Bir devrim vardı ki Türkiye Cumhuriyeti’ni 10 yılda dünyanın en saygın devletlerinden biri hâline getirmişti. O devrimin adı eğitim. Kadınıyla erkeğiyle, kızıyla, oğluyla... Topyekûn bir seferberlik.
Önce 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkartılıp eğitimde birlik sağlandı ve Maarif Vekâleti temel eğitimin tek yetkilisi hâline geldi. Bakmayın siz, “Karşı devrimcilerin” bugün Türk dili, kimliği ve tarihiyle kavgalı hâle getirdikleri Millî Eğitim Bakanlığının içler acısı hâline rağmen övünenlere. Türklükle, Cumhuriyetle ideolojik olarak kavgalı güç sahiplerinin kurduğu paralel vakfın adındaki “Maarif”e. Türksüz Türkiye için yürünen menzilde, “kazandık” sanılırken bile isteye kaybettirilen yıllarımızın da bizden soracakları var.
Şeyh Sait’ten ümmetin (!) medreselerine...
Cumhuriyet, eşitlik diyerek kız çocuklarının okumasına hız vermiş, hem Türkiye hem de dünyada kadın haklarıyla ilgili birçok alanda ilke imza atan devrimler yapmış, uygulamalar hayata geçirmişti. Bugün ise MEB’in istatistiklerine göre ilkokulda 195 bin, ortaokulda 298 bin ve lisede 373 bin olmak üzere toplamda 866 bin kız çocuğu okula gidemiyor. İmkânsızlıktan değil, esir alındığımız cehalet sistemi buna alan açıyor.
“Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitimde birlik sağlanıp çeşitli farklı din yorumlarının eğitim üzerindeki vesayetleri kaldırıldı.”22 Mart 1926’da Maarif Teşkilatı hakkında çıkarılan kanunun 98. yılında döndük mü yine en başa? Sahi bugün, devletin organize bir şekilde eğitimden kademe kademe çekilip terk ettiği alanları hangi örgüt, tarikat ve cemaatler ele geçiriyor?
Konuralp Ercilasun’un yazdığı Türk Devrimi ve Atatürk kitabındaki bu cümlede kilit sözcükler: farklı din yorumları. Neden farklı dinî yorumlar değil de farklı din yorumları yazdığını anlamak için bugün, kadın bedeni üzerinden var olmuş din istismarı üzerinden maruz kaldıklarımıza bakmak yeterli.
İlk başta Osmanlı’daki azınlıklar ve yabancı okulların faaliyetleri ve onların dini kastedilmiş gibi anlaşılsa da bunun yanında her tarikatın ve şeyhinin İslâm adıyla İslâm’ı istismar ederek kendi menfaatine göre uyarladığı “din”, sebeplerden biriydi. Nitekim 1926’da Maarif Teşkilatı Kanunu çıkartılmadan önce 1925’te bölücü ve ayrılıkçı Şeyh Sait İsyanı yaşanmıştı.
3 Mart 1924’te hilafetin kaldırılmasını bahane ederek Şeyh Sait isyan etmiş, henüz 2,5 yaşındaki Cumhuriyet’i oldukça güç duruma sokmuştu. En önemli etkisi de Türkiye, Musul meselesinin çözümü öncesinde zayıf bir duruma düşmüştü. Musul’un Türkiye’ye katılamamış olmasında bu isyanın önemli rolü vardır. İsyan bastırıldıktan sonra bu isyan esnasında bölgedeki tekke ve zaviyelerle tarikatların çok etkin olduğu görülmüş, doğudaki tekke ve zaviyeleri genç Cumhuriyet kapatmıştı. Yani sebep din düşmanlığı değil, bölücü ayrılıkçılığın, din maske edilerek teröre dönüşmesiydi.
Bugün o tekke ve zaviyeler, medreseler yasalara aykırı şekilde bir bir açılmakla kalmadı, hattâ devletin denetim, kontrol, idarî ve âdeta yargı görevini bir "protokolle" devrettiğimiz kurumlar hâline geldi. Alacak verecek takibi yapıyor, eğitim veriyor, miras paylaştırıyor, eğitime karar veriyor hattâ kime oy verilip verilmeyeceğine bile karar veren şeyhler, mollalar, meleler var. Hattâ öyle ki her yıl 24 Ocak’ta andığımız Gaffar Okkan’ın şehit edilmesinin azmettiricisi bugün molla olarak toplumun bir kesimine yön veriyor.
Medrese ve tarikatlarda on binlerce çocuğumuz, gencimiz eğitim-öğretim (!) görüyor. Sahi medreseler hangi kuruma bağlı, müfredatı kim belirliyor, denetimi hangi kurumlar yapıyor? Eğitim dilleri nedir? Türkçe ve Kürtçe ile çift dilli mi, Arapça, Kürtçe, Türkçeyle çok dilli mi? Bizim anayasamıza göre eğitim hangi dilde yapılmalıydı? Eğitim kimin sorumluluğundaydı? Dindar ama kindar nesil yetiştirilmesi için bu yapılar nasıl bir işlev görüyor? FETÖ-PKK vb. örgütler bu yapılarda ne kadar etkin?
Sürekli kız çocukları ve kadınların bedenleri üzerinden ileri geri konuşan din istismarcıları, ağaç kovuğunda yetişmediğine göre sorumluluk kimde? Kadına haram-erkeğe helâl, kadına günah-erkeğe sevap, kadına cehennem-erkeğe cennet, kadına şiddet-erkeğe muhabbet dinini kim icat etti?
İcat ettiğiniz dinde kadının kılı, tüyü, sesi, saçı, memesi, çalışması vb. her şeyi günah sebebi, haram kaidesi. İcat ettiğiniz dinde niye devleti soymak günah değil? Adaletsiz olmak, hak yemek, adam kayırmak haram değil? İftira atmak, yalan söylemek, kumpas kurmak, manipülasyon yapmak niye namussuzluk değil de namussuzluk anlayışınız niye ille de kadın bedeniyle sınırlı? Sahi sizin tanrınız kim?