Türk milletinin egemenliğini elinden alma projesi hız kesmeden devam ediyor. ABD-Rusya ve AB kıskacında, oradan oraya savrulan Türkiye, emperyalizmin yüz yıl önce yarım kalan hayalleri için, avuçlarını kaşındırtan bir görüntü veriyor Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi ile yönetilemez hâle gelen Türkiye’nin siyasî ve ekonomik olarak da son derece zayıf bir duruma geldiğini Nauru Cumhuriyeti’ndeki sağır sultan bile biliyor.
Verginin vergisinin vergisini ödemekten iflahı kesilen Türk milleti bir de zam yağmurlarıyla mücâdele ediyor. Bir sonraki zam yağmuruna kadar “tongaya basmamak” için ucuz (!) benzin, gıda vb. kuyruklarında ömür tüketiyor. Tongaya basmak demişken adını sanını duymadığımız Tonga Cumhuriyeti’nin parası 1 Tonga Pa’angası bile, 4 Lira 12 kuruşumuza denk geliyor.
Sesimizi duyan var mı?
Türkiye’ye siyasî, ekonomik ve güvenlik olarak bekâ sorunu yaşatan BOP eş başkanlığı ve ihvancı anlayışın sorunları, çığ oluşturup üzerimize düşecek devasa kartopları gibi yanı başımızda bekliyor. Suriye politikamızın ülkemize kazandırdığı tek bir fayda yok ama kaybettirdiklerini listelemeye başlayınca, listeye yazacaklarımızın da sonu bir türlü gelmiyor. En son zâtın biri de “Nusaybin ile Kamışlı'yı birbirinden ayıran nedir? Suruç ile Kobani’yi birbirinden ayıran nedir? Sunî olarak oluşturulmuş sınırlara inanmıyorum.” diyerek “Hudut namustur” anlayışıyla sınırlarımızı kanıyla, canıyla çizen ve koruyanların ruhunu incitmiştir.
Tam da bu sözler sarf edilirken öte yandan Suriye’den artık her gün şehitlerimiz geliyor. Kimini resmî makamlarımız duyuruyor, kimini dünya basını yazıyor, fotoğraf-video servis ediyor ama yine de resmî açıklama olmayınca doğru mu kara propaganda mı bilemiyoruz. Tam mânâsıyla muallakta bırakılan bu anlarda Türk milletine psikolojik harekât yapılıyor. İçerideki dağınıklık da bu gibi harekâtlar için ortam hazırlıyor. Şehirlerimizde ekmek kavgasının tansiyonu artıyor. Misafirlikten ekmeğimize, işimize, evimize, yurdumuza ortak edilmek istenen Sözde Sığınmacı özde yerleşimci milyonlarla yaşamaya mecbur edilen Türk milleti artık ses yükseltiyor. Ülke elimizden kayıp gidiyor. Sesimizi duyan var mı?
Yıllardır yazılıp çizilen gerçekler sanki ilk kez duyuluyor gibi yeniden tartışılıyor. Eğitime paralel vakıf, TSK’ya ve Emniyet’e paralel kolluk gücü yapılanması, KYK’ye paralel yurtlar... sanki hepsini ilk kez duyuyoruz, görüyoruz... Tensip, talimat, oluruyla ve himayesinde sözcükleriyle nepotizm işte böyle böyle kurumlaştırıldı.
Sosyal düzen, hukuk kurallarına uyması gerekirken hukuk kuralları sosyal düzene tâbi kılındı. Oysa sosyal düzen kurallarından farklı olarak hukuk kuralları, kendileri için öngörülmüş müeyyidelerin zorla ve devlet eliyle yerine getirilmesi ayrıcalığına sahiptir. Mesela Anayasanın 10’uncu maddesi her Türk vatandaşını eşit kabul eder. Eşit haklar tanır(dı)... Belki bir gün... Adalet, adı alet olmaktan çıkartılır da devlet gücünü ve yetkilerini, korsan yapıcıklarla paylaşmak zorunda bırakılmaz... Bir umut...
Ege’de neler oluyor?
ABD- Fransa ve Yunanistan’ın Ege’de 12 mil tezini hayata geçirmeye başladığı ve Türkiye’yi denize çıkartamaz hâle getireceği konusu, sadece bir avuç vatanseverin çabasıyla gündeme getirilmeye çalışılıyor . Ama ben bu konunun dışında bambaşka bir yöne dikkat çekmek istiyorum. Evet, yine göç ve Avrupa’nın sınırına bekçilik yaptırılan Türkiye’ye dikkat çekmek istiyorum.
Bir süredir Sahil Güvenlik Komutanlığı genel ağ sayfası ve sosyal medya hesaplarını yakından takip ediyorum. Ege Denizi’nde çoğunlukla Yunan askerî unsurlarınca Türk adalarına ve karasularına bırakıldığı belirtilen “düzensiz” göçmen kurtarma haberleri çok fazlalaştı. Yine bu kurumun faaliyetlerimiz bölümünde istatistikler seçeneği ve bunun içinde de düzensiz göç başlığı yer alıyor.
Sadece 2021’in 1-30 Eylül tarihleri arasında Aydın, Muğla, İzmir ve Balıkesir’de Sahil Güvenliğe bağlı kolluk kuvvetimiz 2254 düzensiz göçmeni kurtarmış. Sadece bir ayda ve dört ilimiz ile sınırlı...
Geri itme olayları başlığında verilen bilgilerde nerede, saat kaçta, hangi vasıtada kurtarma yapıldı detaylıca paylaşılıyor.
Geri itme başlığı ise oldukça ilginç. Eğer sığınmacılar denizin Yunanistan tarafına geçmeyi başarırsa Yunanistan geçen her kişiyi sığınmacı olarak kabul etmek zorunda. Diğer Avrupa ülkeleri de. Şayet Yunanistan veya AB ülkeleri, sığınmacıları kendi deniz ve kara sahalarına girmeden fark ederse, “Stratejik Derinlik” sahibi (!) Ahmet Davutoğlu imzalı 18 Mart 2016 tarihli Geri Kabul Anlaşması kapsamında, binlerce kaçağı bizim kara sularımıza ötelemesinin adı geri itme oluyor. Yani hukukî iteleme. Bu bilgiler ışığında paylaşılan verileri biraz inceleyince sadece bir ayda kurtarılan 2254 düzensiz göçmenden;
26 kişi karada
41 kişi yelkenli teknede
15 kişi fiber teknede
1023 kişi lastik botta
1175 kişi de can salında kurtarılıyor.
1 Ekim 15 Ekim 2021 tarihleri arasında ise Aydın, Muğla, İzmir, Balıkesir ve Çanakkale’de sadece son on beş gün içinde 1123 düzensiz göçmen kurtarılmış. Hâliyle şu soru da kaçınılmaz olarak soruluyor. Türkiye’ye elini kolunu sallayarak herkes girebiliyor ama Türkiye’den gitmelerine neden müsaade edilmiyor? Bu kurtarılan binlerce “düzensiz” göçmenin barınma, sağlık, ulaşım, yeme-içme, ülkelerine gönderilme ve personel maliyeti de Türk milletinin kesesinden karşılanıyor. Yunan askerî unsurlarınca Türk ada ve karasularına iteklenen göçmenler için Türkiye’yi bağlayan uluslararası hukuk, Yunanistan’ı, dolayısıyla Batı’yı bağlamıyor mu? Bu konuda uluslararası hukuk ve kamuoyu nedense harekete geçirilmiyor, sessizce kabul ediliyor.
Bir ülkenin gücünü en kolay, sınırlarını koruyup koruyamamasına bakarak ölçebilirsiniz yargısının, bizi yargıladığı tarihî günlerin tanıkları olmak ne acı...
Not: 12 Ağustos’ta Bartın, Kastamonu ve Sinop’un yaşadığı o büyük sel felaketini hepimiz çoktan hafızamızın tozlanan raflarına yolladık. Sahil Güvenlik ve Jandarma mensuplarımız sel kayıplarını hâlâ aramaya devam ediyor. Bunun gelişmelerini de gün gün resmî sayfalarından duyuruyor. İnsan hayatının son derece ucuz olduğu ülkemde, âfette kaybolan insanlarından hâlâ vazgeçmeyenlere şükran ve minnetle.