Aslında satırlarıma, öngörülerini önemsediğim, siyasi analist ve Rusya uzmanı Aydın Sezer ile bir sohbetimizi temel alarak Suriye ve Rusya özelinde dış politika üzerine yazmakla başlamıştım. Tâ ki “Şahsım Cumhuriyeti”nde bir gece yarısı demokrasisi(!) örneği olan bir kararnameye kadar...
Biz; Türkiye’yi bugüne kadar hep demokratik, laik sosyal ve üniter bir devlet olarak tanımlayageldik. Demokrasi; siyasal denetimin halkın doğrudan doğruya kendisinin ya da onun adına düzenli aralıklarla özgürce seçtiği temsilcilerinin elinde bulunduğu, toplumun yapısı ve ekonomik durumu ne olursa olsun tüm yurttaşların eşit sayıldığı yönetim biçimidir. Bir kişiye, sınıfa, zümreye ayrıcalık tanımaz. Denge ve denetim hâkimdir. Bir kişinin her şeye karar verdiği değil, ortak aklın kararını hukukun dışına çıkmadan, seçilen temsilcinin uyguladığı sistem olarak biliniyor.
Demokrasiyi hayata geçirirken kabullendiğimiz parlamenter sistemli yönetim biçimini, daha çok demokrasi, daha zengin bir Türkiye gibi vaatlerle, Türk tipi başkanlık adını verdiğimiz Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi (CHS) ile değiştirdik.
Türkiye’nin uçuşa geçeceği söylenerek yönetim sisteminin değiştirilmesinin resmîleşmesindeki ilk adım şu cümleydi: “Fiili durumu yaratılan başkanlık sistemi için hukuki bir yol aranması zaruridir.” Yani daha o günlerde, mevcut yasalar yerine, canım istedi yasaları, yönetmelikleri ve genelgeleri devleti idare eder vaziyete gelmişti. Buna karşı itiraz yolu olarak da referandum sandığı milletin önüne getirtilmişti. Milletin önüne getirilen sandıktaki oyların sayılmaya başlanmasının üzerinden 1,5 saat geçmişti ki, mühürsüz oyların da geçerli sayılacağı duyuruldu. İtirazlara rağmen Yüksek Seçim Kurulu canım istedi talimatı(!) çerçevesinde, mühürsüz oyların da geçerli sayılması kararını vererek sandıkta bu itirazın geçersizliğini ilân etti. Böylece “gece yarısı demokrasisi” hızla ülkemize hâkim kılındı.
Millet, "Egemenlik kimde" diye soruyor.
Resmiyette böyle olmasa da fiiliyatta artık egemenliğin milletten alınıp tek adama devredildiği algısı uygulamalarla günden güne yerleşmekte. Gece yarısı demokrasisinin(!) icraatı olarak, Meclis ve STK’larla istişare edilmeden, uluslararası bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararını, Cumhurbaşkanı tek başına aldı. Merkez Bankası’nın başkanının görevden alınması ve sonrasında kullanılan ifadeler de bu algının yüksek sesle dile getirilmesine yol açtı.
O ifadelerden en çarpıcı olanlarından biri Cumhurbaşkanlığı Finans Ofisi Başkanı Göksel Aşan’ın “Merkez Bankası Başkanını değiştirmek Cumhurbaşkanının tasarrufudur. Ne sebeple yaptığı sadece Cumhurbaşkanımızın bilgisi dâhilindedir. Eğer Cumhurbaşkanımız ihtiyaç görürse nedenini paylaşır.” şeklindeki cümlesiydi. Evet, CHS’de tek yetkili Cumhurbaşkanı olsa da alınan kararların ekonomik faturasını 83 milyon ödüyoruz. O zaman “şahsım” tasarrufundaki kararların faturasını 83 milyona da bir zahmet pay etmeyin!..
Yine TBMM Başkanı, üstelik hukuk bilimi eğitimi almış, hukuk alanında öğrenciler de yetiştirmiş olan Prof. Dr. Mustafa Şentop’un “Cumhurbaşkanı, İstanbul Sözleşmesi'nden kararname ile çekildiği gibi Montrö'den de diğer uluslararası anlaşmalardan da çekilebilir." ifadesi hepimizi dehşete düşürmeye yetti.
Oysaki millî mücâdele döneminde, yani savaşırken bile, ben yaptım oldu diyen bir anlayış Türkiye’ye hiç hâkim olmadı. Ortada bir devlet otoritesi kalmamış, ülke dört bir yanından işgâl altındayken Meclis kuruldu. Atılacak her adımın doğruluğu yanlışlığı Meclis’te tartışıldı, istişare edildi ve Meclis, millet adına karar verdi. Milletten alınan yetkiyle milletle birlikte hareket edildi. Hem milletten yetki alıp hem de millete rağmen davranılmadı.
Toplumun en az yarısını doğrudan ilgilendiren, haklarını koruyup gözeten üstelik öncüsü de olduğumuz bir sözleşmeden niçin çekildiğimizi hâlâ tam olarak bilmiyoruz. Dolaylı olarak resmî makamlardan yarım ağız bir eşcinsellik ifadesi zikredildi. Onun da sözleşmede geçmediğini bilmeyen yok. Türkiye’de kadın ve çocuklardan sonra en çok şiddete ve istismara maruz kalan kesim eşcinseller olduğu hâlde, sözleşmede farklı yönelimler ibaresi dışında bir vurgu yok. Kaldı ki Türkiye 1988 yılından beri trans bireylere kimlik veren ve bunun ilgili düzenlemesini yapmış bir ülke. Trans bireylerin resmî nikâh ile de evlenebildiği bir ülke. (Eşcinsel evliliği yasak, cinsiyet değiştiren bireyler evlenebiliyor)
O zaman sebep kamuoyunda oluşan tarikatların oluşturduğu baskı mı? Her fırsatta namus ve ahlâkı istismar edip sadece kadın bedenine indirgeyen güruhun, kadınların toplumun her alanında var olmasından büyük rahatsızlık duyduğu sır değil. Onlar için kadın, evde 24 saat mesai yapsın, ekonomik özgürlüğü olmasın, hukuk ve Tanrı önünde eşit olduğu erkeğin kölesi olsun yeter.
Kamuoyunun konuştuğu gerekçe ne olursa olsun, daha iyi bir alternatifini getirmeden, toplumda bir uzlaşma sağlamadan, milletin iradesinin merkezi olan Meclis’i devre dışı bırakıp sözleşmeden caydık. Üstelik bu yok saymanın artık her alanda olabileceğinin de farkına vardık. Günde en az iki kadının şiddet gördüğü ya da öldürüldüğü bir ortamda, 49 milyon kadını ilgilendiren bir sözleşmeyi, bir kişi neden feshetti bilmiyoruz.
Bildiğimiz, son yıllarda ekonomiden sağlığa, hukuktan eğitime kadar devletin işleyen her kurumunda din ya da dinî söylemleri kaynak gösterme kültürü gelişti. Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlarının ismini ezberlemeyeceğiz derken artık medreselerin, hukuka alternatif çözüm üreten şeyhlerin hatta cami imamlarının adını ezberler olduk.
Türkiye, kendisine daha şimdiden onarılması güç zararlar veren bir menzile götürülüyor. O menzile giderken tarih bize ibretlik bir örnek sunuyor: 1923'ten 1940'lara kadar Türkiye'yi, Türkiye yapan, mazlum ve ezilen milletlere umut olmasını sağlatan ideoloji, "lâik bir Türk milliyetçiliği " fikridir. Bu fikrin benimsenmesi ve uygulanması başarıyı, uzaklaşılması bu günleri beraberinde getirmiştir...