ABD’de ırkçılık kokan bir cinayetin ardından yaşananları pürdikkat izliyoruz.
Dünyada olduğu gibi ülkemizde de şiddet, dur durak nedir bilmiyor.
Örgütlü, provokatif şiddetler bolca konuşuluyor.
Kara propagandalar için, şiddet meze ediliyor.
Bir insanın öldürülmesi, sosyal medyada gündem olmamışsa zaten konuşulmuyor. Bu hafta sosyal medya hesaplarımızda kendine birkaç iletilik yer bulabilen, ülkemizdeki şiddet olaylarından bazılarını kısaca hatırlayalım.
Erzurum’da iki aile arasındaki arazi anlaşmazlığı nedeniyle çıkan kavgada, 5 vatandaşımız öldü, 4 vatandaşımız yaralandı. Oysa miras olayı 1930’larda çözülmüştü. Kadınlar niye hâlâ eşit miras alamıyor? Kadına tarla miras kalmış korkusundan gidemiyor, kullanamıyor. Dayak yiyen veya ölecek olan insanın mülkiyet hakkı olabilir mi? Satmaya kalksa alacak bulamıyor. Müşteri olabilecekler korkuyor. Belalı yeri kim alır? Sonra arazi anlaşmazlığı, cinayeti...
Özellikle kırsaldaki adliyelere gidin, mülkiyet hakkı sorununun hâlâ maddî, manevî ve şiddete varan sonuçlarını gözlerinizle görün.
Adam yaralamak, kişiyi hürriyetinden yoksun kılmak gibi, vücut bütünlüğü dokunulmazlığını ortadan kaldırmaya yönelik suçlardan, onun üzerinde kaydı bulunan boksör Ahmet Kemaloğlu; sevgilisi Zeynep Şenpınar’ı, defalarca bıçaklayarak öldürdü. Zeynep Şenpınar 15 gün önce şiddet gördüğü için, adliyeden yardım istemiş, sonra da şikâyetini geri çekmişti.
İşine gitmek için evinden çıkan Gülnur Kocabaş, erkek arkadaşı olduğu iddia edilen kişi tarafından sokak ortasında, 5 el ateş edilerek öldürüldü.
Uyuşturucu satmak, gasp, adam yaralama gibi suçlardan sabıkalı suç makinesi; kontrol noktasında polisin dur ihtarına uymayarak Diyarbakır’da 1 polisimizi şehit etti.
Sokağa çıkma yasağının olduğu gün; Bursa’da iki ailenin silahlı ve bıçaklı kavgasını ayırmaya giden polislerimizden biri, pompalı tüfekle yapılan atış sonucu, boğazından ve başından vurularak şehit oldu. Aynı olayda kavga eden 2 kişi öldü, 4 kişi de yaralandı.
Ankara’da Barış Çatak isimli gencimiz arabada müzik dinleyenlere "ezan okunuyor sesini kısın" diyor ve yaşanan kavgada bıçaklanarak öldürülüyor.
Liste uzayıp gidiyor...Ne yazık ki kanıksanmış şiddet, gerçeğimiz hâline geldi. Peki ne oluyor da bu kadar kolay cinayet işleniyor? Neredeyse her yıl yapılan hukuk reformları, değiştirilen kanunlar, çıkarılan yönetmelikler, neden bir türlü kanımızı oluk oluk akıtan şiddeti durdurmaya yetmiyor?
Suç işleyen profillere baktığımızda, büyük kısmının geçmişinde çok kabarık bir suç kaydı hemen göze çarpıyor.
Öyle az buz suçlar değil, adam yaralamak, uyuşturucu ticareti, cinayet, gasp... Geçmişlerinde beş, on ve üzeri sayıda suç kaydı gördüğümüze göre, cezaların fazla caydırıcı olmadığı âşikâr.
Bir de bunun mağdur cephesi var. Özellikle kadın cinayeti mağdurlarının profillerine baktığımızda önemli bir kısmının öldürülmeden önce, birçok kez adlî makamlardan yardım istediğini görüyoruz.
Sokak ortasında satırla öldürülmesiyle Türkiye’nin ayağa kalktığı Ayşe Tuba Arslan, tam 23 kez, “Can güvenliğim yok beni koruyun!” diye savcılıktan yardım istemişti. Savcının bu konuda yetki ve görevi yok. Yazı vali-kaymakama havale ediliyor. Onlar da hiçbir şey yapmıyor, zîra düzenlenmiş bir usul yok.
Polis karakolunda kalarak can güvenliğini sağlamak isteyen ama çaresizce karakoldan ayrılan ve yarım saat sonra, kızının gözü önünde boğazı kesilen Emine Bulut’u da koruyamamıştık.
8 aylık hamile karısını bıçaklayarak öldüren katile ağır tahrik indirimi uygulandı. Hanımını dövüp sonra da üzerine kaynar su dökerek haşlayan caniyi, savcımız, tutuklanması için hâkimliğe bile sevk etmeye gerek duymadı. Hamile eşi ve çocuğunun yüzüne plastik eritip damlatan, boğaz kesen, 6 ayda nasıl serbest kalıyor? Bir insanın boğazını keseni, 6 ayda tahliye eden hâkim; o kişinin tahliye olduktan sonra, cinayet işlediğini öğrenince, acaba kendisini TCK’nin hangi maddeleriyle haklı çıkardı?
Mağdurları ve failleri değişen bir kısırdöngü gibi.
Koruma, saldırıdan önce olmalı ki yaşam hakkı muhafaza edilebilsin. Mağdur, yaşamak için sonsuz bir çaba gösterirken duyarsız kalan adliye, o yaşamını kaybettikten sonra harekete geçinde adı “korumak” mı oluyor?
Peki, yaşama hakkının temeli olan vücut bütünlüğü dokunulmazlığı?
Yargı neden bu en temel hakkı gözetmiyor, yok sayıyor? Cezaların caydırıcılığının olmadığı, olanın da caydırıcılığının yitirildiği bir yerde, şiddet önlenebilir mi?
Şimdi, şiddetin mağduru kadınları, çocukları ve erkekleri koruyamadık mı, el birliğiyle korumadık mı?
Vücut bütünlüğü dokunulmazlığına yönelik suçlar beden kadar, hatta daha fazla psikolojiye zarar vermekte.
Bu suçların en büyük mağduru da kadınlar, çocuklar ve kanuna uyma alışkanlığı olan insanlardır.
Dile getirme alışkanlığımız olmasa da kanuna uyma alışkanlığı olan erkekler de çok mağdur.
Bireylerin vücut bütünlüğü korunmayan bir toplumda en büyük sonuç; fertlerin ihkakı hakka yönelmesi, toplumun adaleti Allah’a havale etmesi ya da şiddeti meşru görmesidir.