Işık hızını bile kağnı arabası gibi bırakacak derecede hızla değişen, değiştirilen Türkiye gündemine yetişmek pek mümkün olmuyor.
Geçen haftaya, yine, şiddet ve kanıksanan kadın cinayetlerinden biri ile başlamıştık. Kadına yönelik şiddete toplumun en üst perdeden hassasiyet gösterdiği bir ortamda, birdenbire İstanbul Sözleşmesi topa kondu. Kadınların her gün katledildiği, bu sözleşme ile bile korunamadığı hukuk sisteminde, alternatifinin ne olacağı ise meçhûl.
Olsun! Önemi yok ölen ölür, kalan sağlar bizimdir!..
"İstanbul Sözleşmesi iptal edilsin" tartışmaları, Lozan Antlaşması’nın 97. yıl dönümü derken Ayasofya’nın müze statüsünün camiye dönüştürülmesi münasebetiyle kendimizi bir heyulanın içinde bulduk.
Naklen namaz, Türkiye Cumhuriyet’inin tapu senedi olan Lozan’ın 97. yılına, özenle, denk getirilmişti. Salgın ve güvenlik gerekçe gösterilerek en temel haklardan olan, gösteri ve yürüyüş talebinin hiçbirine izin verilmiyordu. O gün ne olduysa salgın, bir günlük izin verdi. Tarikat ve cemaat mensupları maskesiz, mesafesiz şekilde tekbirlerle, özgürce, hiç kısıtlanmadan yürüyüş yapabildi hamdolsun.
Kılıçlı hutbede Atatürk’e üstü kapalı lanet edilirken, böylesine önemli bir günde aynı saatlerde, Anıtkabir dezenfeksiyon işlemi için ziyarete kapatılmıştı.
Hutbede, minberden Atatürk’e lanet edilmesi üzerine ise herkes bir şeyler söyledi. Hatta öyle şeyler söylendi ki kendi kulağımızdan, gözümüzden şüphe ettik(!) Kimse Atatürk’e lanet etmemiş, biz böyle bir tezvirat uydurarak bölücülüğe ve fitneye hizmet ediyormuşuz!..
Ya da Ayasofya’nın ebedî Türk mülkü olarak kalmasını sağlayan Atatürk için; “Bugün Atatürk’ün kemiklerini sokağa fırlatıp attık” diye video çeken de olsa olsa bizim sanrımızdı. Bugünlerde sinirlerimizi yatıştırmak için melisa ve papatya çayını çok içmemizden hep bunlar. Hüngür hüngür ağlayarak kendini kayda aldıran gazeteciyi de gördük, Nadira Kadirova’nın şüpheli ölümünün yükünden bir “namazla” kurtulmak isteyeni de.
Şaşkınlıktan fal taşı gibi açılan gözlerimizi gaflette bulunup bir anlığına kapatınca, sanki yüz yıl öncesine gittik de hilafet çağrılarının içinde bulduk kendimizi.
Hilafetle dünyanın en güçlü ülkesi olacağımız(!) gerçeği karşısında dış güçler ve üst akıl boş durmadı. Baştan ayağa prangalara vurduğumuz ABD dolarının karşısında, hemen AB’nin Euro’sunu zıplattı zındıklar.
Euro ile bizi dize getirmek kolay mı deyip, bir gecede cahil bırakıldığımızı hatırladık. Olmuşken teker teker olmasın, toptan ilga edelim dedik bütün devrimleri.
Ne münasebet!.. Milliyetçilikmiş peh, peh, peh!..
Türklüğü tam ayaklar altına almıştınız ki, Türklük ayak altındayken bile; açtırdığımız hendeklerden bizi kurtardı diyor musunuz?
Yoksa Türk malı yazmasına bile tahammül edemeyip, yerli malı yazarak mı ifade ediyorsunuz, adsız tek ve yerli milletçi oluşunuzu?
Halkçılıkmış, devletçilikmiş, milletin iradesiymiş, inanç özgürlüğüymüş, medenî kanunmuş ne gerek var?
Yolsuzluk ayyuka çıkmış, ülke işsizlikten kırılıyor, nepotizm (kayırmacılık) cehaleti devlet yönetimine taşımış, yağmacılık düzeni kurmuş beton haramileri boğazımızı sıkıyor, ne önemi var?
Sanduka sırtlayıp vatan toprağımızı terk ediyor, vatanımızın ada olan kısımlarının parça parça işgal edilmesini izliyoruz. Ormanlarımız talan ediliyor, madenlerimiz peşkeş çekiliyor.
Uğruna, istisnasız, her gün kanımızı akıttığımız topraklarımız, vatandaşlığımız üç otuz paraya satılıyor. Kime ne diyorsunuz?
Ama pervasızca hiç çekinmeden “İlle de ümmet, ille de hilafet” diyorsunuz.
Devran sizin gibi görünse de, güç sizde gibi dursa da; size gerçek bir kahramanın; Mareşâl Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bir cümlesi ile sonunuzun ne olacağını tane tane yazayım.
''Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat medeniyet tarikatıdır.''