LAİKLİK DEMOKRASİNİN OLMAZSA OLMAZ KOŞULUDUR
Laiklik, kısaca din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır ve inanç özgürlüğüdür.
Laikliğin olmadığı, Orta Çağ anlayışından gelen tarikatlar ve toprak ağalığı düzeninin devam ettiği bir devletin demokrasi rejiminden bahsetmesi ve kalkınması mümkün mü? Bu sorunun cevabı 'Hayır'dır. Tereddüdü olanlar Anayasa hukuku profesörleri ne sorabilirler.
Osmanlı İmparatorluğu, Padişah Yavuz Sultan Selim'in 1517'de Mısır'ı işgalinden sonra padişahın aynı zamanda Halife olması ile şeriat rejimi gelmiştir yani laiklik bitmiştir. Buna bağlı olarak şeriatın tam yerleşmesinden sonra yani ikinci Viyana Kuşatması'ndan itibaren Osmanlı İmparatorluğu takriben 350 yıl girdiği bütün savaşlarda yenilmiştir. Sadece bazı muharebeleri kazanmıştır. Bu muharebelere örnek olarak Çanakkale ve Kût'ül-Amâre zaferlerini gösterebiliriz.
Vizyonu eksik, jeopolitik ve tarihi olayları dikkate almayan siyasi kadrolardan kaynaklanan askeri vesayet sloganı temelinde yapılan dezenformasyon faaliyetleri sonucu tarikatların hegemonyası kurulmuş oldu ve böylece dinci oligarşi oluştu. Bunun yanında toprak ağalığının da devam ediyor olması demokrasinin sözde kalmasına vesile olmuştur. Dolayısıyla ihvancı politikalar ağırlık kazanmıştır.
Zor olmakla beraber yapılmak istenen yeni Anayasa'ya bu perspektiften yaklaşılması gerekir kanaatindeyim.
Atatürk ve arkadaşları; "Ulusal Egemenlik Kayıtsız ve Şartsız Milletindir" diyerek laik, demokratik, sosyal ve hukuk devletinin temellerini attılar. Bu yolda en büyük engeli teşkil eden saltanatı 1922'de, Hilafeti 1924'de kaldırmış ve medreseleri 1924'de, tarikatları 1925'de kapatmıştır. Atatürk bu devrimleri yaparken 1925 yılındaki Kastamonu konuşmasında "Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır." demiştir. Bu 4 devrimle çağdaşlaşmanın yolunu açmıştır.
Sonunda şeriat rejimi adım adım mesafe aldı ve 20 yıldır iktidarda. Muhalefet, bu olayları neden hayretle karşılıyor? "Ben kefenimle geldim, demokrasi benim için araçtır" anlamında beyanda bulunmadı mı? Şimdi seçimlerde mutlaka gidecekler umuduyla çalışmalar sürdürülüyor ama seçimlerin demokratik kurallar çerçevesinde yapılıp veya yapılmayacağı kaygısına gereken özen gösterilmiyor kanısındayım. Çünkü, 2015 halk oylamasında imzasız oyların evet sayılmasına Yüksek Seçim Kurulu karar vermedi mi? Böylece, açık ve net şekilde hukuksuzluk yapılmadı mı? Muhalefet bu acayip karara karşı beklenen direnç ve tepkiyi gösterebildi mi?.
Bu konularda kamuoyunun aydınlatılması gerekir. Aksi takdirde, benzer olayların tekrarlanması olasılığı tetiklenir düşüncesindeyim.
Laik Cumhuriyet alenen şeriata dönüşüyor, Anayasa'ya rağmen karşı devrim gerçekleşiyor. Buna karşılık "12 Eylül darbe hukukunu öncelikle kaldıracağız" deniliyor. 12 Eylül Anayasası ve hukuku, şeriata dönüşerek bütünüyle bitti. Sadece Partiler ve Seçim Kanunu kaldı. Bu iki Kanun; Parti içi lider sultasını ve adayların belirlenmesi gibi antidemokratik hükümlerine rağmen 40 yıldır değiştirilmiyor. Çünkü mevcut siyasetçilerin çoğunun menfaatine ve pozisyonlarının korumasını sağlıyor.
SEÇİLMİŞLER, ATANMIŞLAR POLEMİĞİ
2022 bütçe görüşmelerinde en sert tartışmaların seçilmişler, atanmışlar konusunda yapılıyor olduğunu esefle ve şaşkınlıkla izledim. Bakanlara veya bürokratlara atanmışlar diyerek kendilerini üstün ve ayrıcalıklı gören bazı milletvekillerinin bu yaklaşımlarının demokrasiye uymadığını, imtiyazlı bir sınıf olmayı benimsemelerini ilkel buluyorum ve bir ayrımcılık yöntemi olarak değerlendiriyorum.
Her meslekte hiyerarşik bir düzen vardır. Bu kapsamda mesleklerin özelliğine göre değişik seçim mekanizması sonucu yükselmeler gerçekleştirilir
Milletvekillerine gelince, parti başkanlarının yani tek kişinin dominant rol oynadığı, çoğu parti merkezi tarafından atanan adaylar seçime girebilir ve seçim sonucu milletvekilleri ismen tespit edilir. Burada demokrasiye uyuluyor mu? Hayır.
Örneğin Bakanlar, milletin yüzde 50'sinden fazla oyunu alarak seçilen Cumhurbaşkanı atanmaktadır. Milletvekilleri ise çoğunun merkezden aday gösterilmesi yanında belirli bir bölgeden aldıkları oyların sayısınıda dikkate alırsak mesele daha kolay anlaşılabilir.
Kaldı ki, bir devlette herkes kanunlarda açıklanan yetki ve sorumlulukları çerçevesinde görevini yapar.
Dolayısıyla seçilmişler ve atanmışlar ayrımı yapmak hem doğru değildir, hem demokrasinin ruhuna uymaz hemde polemiklere ve kırgınlıkla zemin hazırlar. Atanmışlar diyerek zımnen aşağılayıcı bir yaklaşımı lütfen kullanmayalım. .
Milletvekilleri hizmetleriyle ün ve saygınlık kazansınlar. Memleketin hali meydanda! Örneğin; Çanakkale Muharebeleri'nde Seyit Onbaşı ve Müstecip Onbaşı’nın yaptıkları başarılı hizmetle tarihe geçmişlerdir, milli kahraman olmuşlardır ve herkesin sevgi ve saygısını kazanmışlardır..
BOTAŞ OLAYI
Basın’daki haberlere göre; BOTAŞ’ın zarar ve borçları devlet tarafından karşılanacakmış. Haber doğru ise büyük hata ve ekonominin bozulmasının temelini oluşturan bir uygulama diye düşünüyorum. Çünkü, neticede vatandaşın cebinden haksız yere verilecek bir bedeldir.
BOTAŞ'ın zararı ve borcu; Yönetim Kurulu'nun kötü ve başarısız yönetiminin bir sonucudur. Dolayısıyla Yönetim Kurulu Üyeleri derhal görevden alınmalı ve haklarında gecikmeksizin adli ve idari işlem başlatılmalıdır. Aksi takdirde hata yapanın yanında kar kalır. İflaslar, yolsuzluklar, borçlanmalar, zararlar artar ve genel ekonomik denge bozulur, halk fakirleşir.
Bu kural, devlete ait tüm şirket ve kurumlar için geçerli olmalıdır. Vatandaş olarak bunu bekliyoruz. Bu yapılmaz ise, ekonomimiz krizden kurtulamaz.
İNİSİYATİF VE RİSK
Stratejinin kurallarından biri; gerektiğine inisiyatif kullanamayan ve hesaplı risk alamayan kadroların başarı şansı tesadüflere bağlı kalır. Bu kural lider kadrolar ve komutanlar için daha da önemlidir. İnisiyatif kullanma ve risk üstlenme yeteneği zayıf olan insanların özellikle savaşta ve üst düzey görevlerde başarı sağlamalarını beklemek yanlıştır. Bundan dolayı, sadakat değil liyakat önem kazanır.
İnisiyatif kullanma ve risk alma yeteneği doğuştan kazanılır ama eğitimle geliştirilmesi ve tecrübe ile beslenmesi gerekir. Aksi takdirde başarı olasılığı düşük düzeyde kalır.
Tecrübe ise olayların yaşanması ile kazanılır ama entelektüel bir karakter ile liderler oluşur.
Entelektüel ya da aydın veya münevver deyince çoğumuz bilgi ve birikimi olan bir bakıma çok okuyan yada bu izlenimi yaratan insanları anlarız. Bu anlayış yanlış veya eksik bir tanımlamadır.
Entelektüel ya da aydın; zekasını ve analitik düşünme yetisini mesleği gereği ya da şahsi amaçlarına erişmekte kullanabilen kişilere denir. Çok okumak, tecrübeli olmak önemlidir ama yetmez. Bilgi ve tecrübelerini pratiğe dönüştürmesi yani mesleğine yansıtması daha da önemlidir.
İnisiyatif kullanma ve hesaplı risk alma yeteneği olmayan insanlar çocuklar gibi bir yere sığınmaya ihtiyaç duyarlar. Bunun sonucu olarak tarikatlar, kanaat önderleri, ağalık gibi Orta Çağ sistemleri topluma egemen olur. Bu çağ dışı anlayışın panzehiri dogmatik ve ezberci eğitim değil akılcı, çağdaş ve bilimsel eğitimdir. Mevcut eğitim sistemimizde bu yönde reform yapılmadığı sürece insdanlarımızın çoğu,
Avrupa, orta çağda Kilise insanlara "Akıl, insanı inanmaktan alıkoyan bir tuzaktır. Aklı bırakıp imana sarılırsanız cennete gidersiniz. Sorunlarınızı bize söyleyin. Biz sizin yerinize çözeriz" diyen ve günah çıkarıp cennetin anahtarını satarak halkı sömüren anlayıştan kurtuldu. Bunun sonunda Allah'ın yarattığı akıl özgürlüğe kavuştu, keşif ve icatlar başladı. İnsanlar zenginleşti, kalkındı, aydınlandı, özgürleşti ve Asya'nın önüne geçti. Halbuki daha önce Avrupa, Asya'nın gerisinde idi.
Avrupa'daki gelişmelerin farkına varan Atatürk, Rus Çarı Büyük Petro ve Japon İmparatoru Meiji oldu. Japonya ve Rusya da gelişti ama biz Atatürk'ün yolunu terk ettiğimiz için tarikatların vesayetini yani dominant rolünü aşamadık. Bu özet bilgilendirme ışığında, bütün sorunlarımızın kaynağını aklınızı kullanırsanız bulur, gerekli düzenlemeleri yapar ve kalkınmanın yolunu açabiliriz. Başka bir çıkış yolu yoktur.
IRAK TÜRKMENLERİNİ İHMAL ETTİK VE ULUSAL GÜVENLİĞİMİZİ RİSKE ETTİK
Sovyetler dağılınca Sovyet işgalinden kurtulan ve bağımsızlıklarını ilan eden Türk Devletleri bizim için olağanüstü avantajlar sağlayabilecek imkanlar sundular. Ama biz bu fırsatı Türk Dünyasının lehine kullanamadık. Hatta heba ettik. Türk Devletleri arasında bir organizasyon yapamadık, diyalog kuramadık. Dolayısıyla, Allah'ın bir lütfu olarak gördüğüm bu oluşumu yani Türk Devletleri ile doğru ve akıllı bir politika izleyerek işbirliğimizi geliştirmiş olsaydık; Bugün uluslararası örgütlerde, faaliyetlerde daha etkili olabilir, bölgesel olaylarda ve sorunlarda oyun kurucu rolü oynayabilirdik. Bu konuda geç kalmakla beraber ihvancı politikalardan vazgeçip Atatürk'ün "Yurtta barış, dünyada barış" politikası temelinde Türk Devletleri ile yüksek düzeyde işbirliği ve ilişkiler kurabiliriz düşüncesindeyim.
Neden, BİR MİLLET YEDİ DEVLET organizasyonu olmasın. Bu bağlamda özellikle komşularımızda yaşayan soydaşlarımıza da gereken destek vermeliyiz ve yakınlık göstermeliyiz. Buradada başarılı olduğumuzu söyleyemeyiz.
Örneğin, eski Başbakanlardan merhum Bülent Ecevit, koalisyon hükümeti sırasında muhtemel terör faaliyetlerini ve savaş olaylarını görmüş olacak ki Irak Türkmenleri'nin, Kıbrıs Türkleri'nin 1950'lerde ENOSİS'i önlemek amacıyla teşkilatlandırıldığı gibi hazırlanması görevini Genelkurmay’a verdi.
Bu hizmetin finansal kaynağını oluşturmak için iki kez 400 bin ton petrolü Genelkurmay'a doğrudan bağlı Özel Kuvvetler Komutanlığı'na tahsis etti. İkinci petrol tahsisi davetiye gönderilen şirketlere açık artırma usulü kullanılarak ihalesi yapıldı. İhaleyi Tarhan adlı şirket kazandı. Ama rantı yüksek bu ihale, ihaleden çekilen Aydın Doğan'ın şirketine emirle verildi. Böylece ihaleye fesat karıştırılmış oldu.
İhalede yapılan yolsuzluğu bir mektup ile dönemin Orgeneral ve Korgenerallerine bildirdim. TSK'ya yakışmayan bu yolsuzluğa çıt çıkmadı. Böylece ihaleye fesat karıştırmanın ötesinde milli güvenliğimize ilişkin görev savsaklanmış oldu.
Her iki ihaleden takriben 25 milyon dolar kaynak elde edildi. Ama terör örgütü IŞİD'in Irak Türkmenleri'ne saldırıları ve ABD'nin Irak'ı işgali sırasında Irak Türkleri'nin hazırlanmadığı ve bir piyade tüfeğinin verilmediği ortaya çıktı. Türkmen liderleri, Türkiye'den hiç yardım almadıkları açıkladılar. Haber basında da yayımlandı. 25 milyon kimlerin ceplerine gitti. Hala meçhul?
Bunun sonunda Irak Türkmenleri, Irak Kürtlerinin hegemonyası altına girdi. Türkmen kız ve kadınlarının çoğu IŞİD teröristlerinin cariyesi oldu. Pek çok Türkmen şehit oldu. Bu sansasyonel olay Türkmenleri öfkelendirdi, Türk Devletlerinin güvenini zedeledi. PKK'nın güçlenmesine ve bölgemizde terörün yaygınlaşmasına vesile olmuştur kanısındayım.
Bu olaylar sırasında Em.Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu Genelkurmay Başkanı, Em.Org.Yaşar Büyükanıt 2. Başkan idi ve olayın içinde Aydın Doğan da vardı.
Bu olayın NOTER TUTANAĞI olmasına rağmen sessizlik devam ediyor. Ben TSK'yı şaibe altında bırakacak bu yolsuzluğu ortaya çıkardığım için ilgililerden teşekkür ve takdir beklerken, Aydın Doğan'ın basını üzerinden iftira ve çamur atma kampanyasına uğradım. Ben zarar gördüm ama sonuçta onlar rezil ve aciz pozisyona düştüler.
Bu konunun kanıtlarıyla detaylı öğrenmek isteyenler Googla giriniz ve "Aydın Doğan'a ağır suçlamalar Emekli Generalden mektup" yazınız, tıklayınız ve okuyunuz.
Ayrıca Kırmızı Siyah adlı kitabımın 244. sayfasından itibaren okuyabilirsiniz ve ODATV'nin Google'daki yayınlarında da bulabilirsiniz. Bu kaynaklardan olayı okumalarını tavsiye ediyorum ve yorumunu okuyucalara bırakıyorum.