Ey Türk Gençliği! diye başlayan Gençliğe Hitabe’nin her kelimesinde dikkatimize sunulan durumları bir bir yaşadığımız günlerdeyiz.
Birinci vazifemizin Türk istiklâli ve istikbâlini korumak olduğunu adımız gibi ezbere biliyoruz! Fakat istiklâl ve istikbâl yolunda bağımsız devletimizin en önemli sembollerinden biri olan paramız, bir puldan bile daha değersiz. Asırlardır dökülen ve bugün dahi dökülmeye devam eden kanımızla Türk yurdu kıldığımız Anadolu’da vatandaşlığımız, 250 bin dolarlık yatırımla veya 500 bin dolarını Türk bankalarında 3 yıl faize yatıran yabancılara satılık. Dâhilî ve hâricî bedhahlar sözcükleri kulaklarımızda çınlamıyorsa, vatandaşlığımızın bile satılığa çıkarılması karşısındaki tehlikeyi hâlâ kavrayamamışız demektir.
Bir çakıl taşını vermem dediğimiz Türkiye’mizin sayısız adası, denizi Yunanın işgalinde. İsgal, artık ilhaka doğru gidecek hukukî zemine doğru evrilmekte. Limanlarımız (Antalya, Mersin vb.), madenlerimiz, hatta tersanelerimiz 49 yıllık kiralama görünümlü ayrıcalıklı kapitülasyonla yaban ellere peşkeş çekilmekte. Tam da ‘Aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş’teki gibi bir hâl. Kilometrelerce karelik (Kaz Dağları) ormanlarımızı talan edebilmekte, suyumuzun idaresine (Su Yönetimi Antlaşması, Katar) bile yaban eller ortak edilmekte.
Hudut namus mu, kâbus mu?
Hudutun namus olmaktan çıkıp kâbusumuz hâline geldiği açık kapı politikası da, tüm şehirlerimizi göç yoluyla sessizce işgal etmekte.
Ülkemizi Batı’nın açık göçmen kampı hâline getiren, mimarının Ahmet Davutoğlu, uygulayıcısının da AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın olduğu 18 Mart 2016 tarihli mutabakat ile Ege’de, her ay ortalama 3.500 civarında düzensiz göçmen adı verilen kaçakları kurtararak Türk milletinin sırtına yük ediyoruz. Kurtarma, yeme, içme, sağlık, barınma ve ülkelerine gönderilme masraflarının tamamı cebimizden çıkıyor. Bunlar da sadece İzmir, Balıkesir, Aydın, Muğla ve Çanakkale’de Yunanistan’ın denizde geri itelemesiyle yakalayabildiklerimiz.
BOP kapsamında Suriye’de iç savaş çıkartılmadan hemen önce Suriye sınırımızda temizlenen mayınlar, ülkemize resmî kayıtlarla 7 milyon üzerinde Suriyelinin gelmesine yol açmıştı. (Bunların az bir kısmı AB’ye gidebildi.) 2004 yılında imzaladığımız Ottowa sözleşmesi kapsamında şimdi de İran sınırımızda mayın temizliğinin üçüncü ve son aşamasını gerçekleştiriyoruz.
Evet, hani 2021 yılında, 50 yıldır savaş ve terörün hüküm sürdüğü Afganistan’dan, sadece belli yaş aralığındaki genç Afgan erkeklerin binlercesinin elini kolunu sallayarak sınırımızı geçtiği güzergâhta. Türkiye’de resmî rakam açıklanmasa da bazı yabancı kaynaklar sadece 2021 yılında 600-900 bin civarında Afgan adı verilen (Afganistan-Pakistan-Bangladeş vb.) kişilerin (erkeklerin) Türkiye’ye kaçak olarak geldiğini ifade ediyorlar.
Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın 2021 yılını değerlendirdiği konuşmasında söylediği rakamlar, bu rakamları doğrular nitelikte.
Hulusi Akar:
“ 1 Ocak 2021-31 Aralık 2021 itibarıyla, 2.779 terörist etkisiz hâle getirildi.
308.716 yasa dışı kaçağın (göçmenin) geçişi engellendi.
99.546 kaçak (düzensiz göçmen) ile 480 terörist kolluk kuvvetlerine teslim edildi.”
Sadece son bir yılımıza ait bu rakamlar son derece korkutucu. Kayda geçirip engelleyebildiğimiz kaçak bu kadar ise, kayda geçiremediğimiz, her gün şehirlerimize tırlarla adrese teslim dağıtılan bu kaçakların sayısı ne kadardır? Ülkemize kaçak yollardan girenlerin içinde ne kadarı terörist, terör iltisaklısı veya adi suçludur?
Mimarı olduğumuz ve kadınlarımızı şiddete karşı koruyan İstanbul Sözleşmesinden bir kişinin canı isteyince bir gecede ayrılıp feshedebiliyorsak; Türkiye’nin güvenliğini ve geleceğini ilgilendiren, Türkiye’yi Batı için tampon ve açık göç kampı ülke yapan, Türkiye’ye hiçbir menfaat sağlamayan ve tamamen AB’ye faydası olan, AB’nin sınırını koruyan 18 Mart 2016 tarihli Geri Kabul Mutabakatını niye hiç konuşmuyoruz? Hadi iktidar ajandasını uyguluyor, Suriyelileri geri göndereceğiz diyen muhalefet neden bunu hiç dile getirmiyor?
Sessiz işgal, göç
Türk halkının ekonomiden sonra en önemli sorun olarak artık ikinci sırada gördüğü, ülkemizi sessizce işgal eden göç sorunu, popülizme kurban edilemeyecek kadar hayatîdir. Ağır vergiler altında artık çalışmak için yaşayan, yeterli ve dengeli beslenemeyen ve hızla fakirleşen, ekmeği bulma kavgası vermeye zorlanan bir Türk halkı var. Kendisi iş, aş, ev bulamazken aşını, işini, evini paylaşmaya zorlanıyor. Yetmiyor dolaylı dolaysız ödemeye mahkûm edildiği vergilerle yeterli sağlık, eğitim, ulaşım gibi hizmetini almakta zorlanıyor.
Türk milletinin her gün canına, malına kastediliyor. Memleketin her bir köşesinden, Suriye’de Irak’ta vb. yerde kafa kesmiş, katliam yapmış teröristlerin ülkemizde yaşadığı haberleriyle yüzleşiyor. Türk milleti ortak faydalandıkları hizmetten ayrı, sığınmacılara özel, paralel sağlık merkezleri, eğitim faaliyetleri, sosyal yardım vb. İle de paralel bir toplum yeşertildiğini görüyor.
Anayasanın 10’uncu maddesi eşitliği açıkça tanımlar. Bu maddeye aykırı şekilde Türk vatandaşının sahip olduğundan daha fazla hakkın yabancılara, geçici koruma kapsamındaki misafirlere tanınması öfke birikmesine yol açıyor. Türk milleti artık hayatın çok büyük oranda normalleştiği Suriye’ye Suriyelilerin geri dönmesini istiyor. Birileri sanal dünyasında Suriye’de iç savaş sürüyor propagandasını yürütse de teknoloji ve iletişim, bunun doğru olmadığını, Suriye Devleti’nin önemli ölçüde topraklarında hâkimiyeti sağladığını Türk milletine gösteriyor.
Türkiye’de yıllarca sağ-sol, Kürt-Türk, Alevi-Sünni kavgası çıkartılmak istendi. Bu girişimler hiçbir zaman toplumun geneline hâkim olmadı. Toplum bu tarz girişimlerin genele yayılmasına asla müsaade etmedi. Çünkü, aynı vatanın sahibiydiler. Görüş ayrılıkları olsa da özleri birdi.
Siyasetin son derece kutuplaştırıcı dili ve politikalarıyla birlikte, milyonlarca kişiden oluşan sunî blok nüfus ithalini Türk milletinin bünyesi kabul etmiyor. Doku uyuşmuyor. Gelen nüfus aynı zamanda, şiddete son derece yatkın, şiddeti son derece içleştirmiş, göçün travması ve istismara açık imkânlarıyla hukuk dışında hareket etmeye son derece meyilli.
Böyle bir duygu ve kültür çatışması karmaşasında bir devlete ve topluma aidiyet duymayan ya da aidiyet bağı son derece zayıflamış, gettolaşmış, istihdam ve para kaynaklarını kayıt dışına çıkarmış bir toplum var.
Misafir olarak geldiği söylenen ama iktidarın sığınmacıları kalıcı hâle getirmek için olağanüstü çaba gösteren icraatları Türk toplumunda aldatılmışlık duygusunu tetikliyor. Türk milleti kandırıldığını, nüfusunun, güvenliğinin, ekonomisinin en önemlisi vatanının göç yoluyla işgal edildiği, fizikî olarak da işgale hazırlandığı kaygısını yaşıyor. Bu kaygıları elbette ki mesnetsiz, gerçeklikten uzak değil. 2 Türk kadını ortalama 1,5 çocuğa sahipken, ülkemizde sığınmacı olarak bulunan 1 Suriyeli kadın 5.7 çocuğa sahip.
Aşırı doğurgan, eğitim seviyesi son derece düşük, Türkçeyi öğrenmeyen, Türk yasalarına tâbi olmak istemeyen, bir topluluk ile Türk halkının yaşamaya zorla mecbur edilişinin 11. yılındayız. Uyum ve entegrasyon ile Türkiye’yi dönüştüreceği (!) iddiasındaki etki ajanları “ırkçılık” gibi bir kavram üzerinden toplumun sinir uçlarıyla oynuyor. Türkiye göçmen deposu olmasın, Suriyeliler Suriye’ye dönsün daha fazla Afgan almayın diye fikir belirtenler “ırkçılıkla” itham ediliyor. Türkiye; kasıtlı olarak hem kendi içinde hem de dünyada “ırkçı” bir topluma sahip gibi konumlandırılıyor. Bu etiket üzerine yapışsın diye olağanüstü bir çaba var.
Türkiye gibi göçün ana hedefi olan ülkeler son derece dikkatli ve tedbirli olmak zorundadır. Türkiye kontrolsüz denilen ancak bir plan dâhilinde son derece kontrollü şekilde kendisine yönelen göçün ekonomik boyutuyla acı bir şekilde yüzleşiyor. Şimdi, iktidarın ısrarlı ve yanlış politikalarıyla bireyler bazında şiddet ve güvenlik sorunuyla yüzleşse de önümüzdeki yıllarda organize ve kitleleri içine dâhil eden güvenlik ve asayiş sorunları ile de yüzleşmek zorunda kalacak.
Türkiye bir proje kapsamında oluşturulan bu yumuşak karnı üzerinden de büyük sıkıntılara gebe. Tedbir alacak makamlar vakit geçirmeden çareler aramaya başlamalı.