İnsanlık var olduğu günden beri hep daha iyiyi, daha güzeli temsil eden “ideal” peşinde koşmuştur. Bu ideal, gelişmeyi, yenileşmeyi, değişimi ve hep geçmişten daha ileri seviyede olmayı temsil etmiştir. Çağını yakalamakta geç kalanlar, çağının gelişmelerinden ve şartlarından uzak olanlar ise geri kalmaya bazen de yok olmaya mahkûm olmuşlardır. Tarih bunun yüzlerce örneği ile doludur.
Türkiye de kurulduğunda bilimi, akılı ve çağını yakalamayı ilke edinmiş bir ülkedir. Muasır medeniyet seviyesini yakalamayı ve o örnek alınacak “muasır” seviyeyi inşa etmek için 20. yüzyılın en önemli devrimlerine imza atmıştır.
Bu anlayıştan ve iradeden öylesine uzaklaştık ki artık Türkiye için bir klasik oldu; şiddet, nepotizm, rant ve dini kullanan sahtekârlar. Türkiye’nin klasikleşen sorunlarına artık bizi bir şey şaşırtmaz diye yaklaşırken, her seferinde bizi şaşırtmayı başarabilen gelişmeleri yaşıyoruz.
Çağı yakalamak, çağa şekil vermek, çağı yönetmeye talip olmak yerine, geçmişi kopyalayarak replika etmeye uğraşan bir anlayış hâkim. Dindar ve kindar nesil iddiasıyla eğitim ve sosyal hayatı alt üst eden uygulamaların ceremelerini, zehirli meyveler olarak hasat etmeye başladık. İşte bu zehirli otlar kök salmasın, meyveleri toplumu perişan etmesin diye Türkiye’yi kuran irade ve idare, bir takım tedbirler almıştı.
Türk milletinin ülkenin kuruluşunda fiilî şekilde resmî din olarak benimsediği İslâm’ın, hurafelerden arındırılması ve dinî duygularının istismar edilmemesi amacıyla da 3 Mart 1924’te Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş ve yine 430 kanun numarası ile Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmıştı.
Diyanet’in kuruluş amacı kısaca; İslâm dinini inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevli şeklinde tanımlanabilir. Bununla bağlantılı olarak da tekke ve zaviyeler, 677 sayılı Kanun ile 13 Aralık 1925’te kapatılmıştı. Böylece eğitim kurumlarında bir birlik sağlanmış, din okullarını açmak, yönetmek görev ve yetkisi de Maarif Vekâlet’ine devredilerek tek bir çatı altında toplanmıştı. Eğitim artık devletin sorumluluğundaydı.
Diğer yandan anayasada Türk, Türk vatandaşı ve Türk milletini açıkça tanımlayarak, devletin neden Türk devleti olduğu tüm dünyaya anlatılmış ve kabul ettirilmiştir. Bugün kronikleşen tüm meselelerimiz bu üç temel konu üzerinde şekillenmektedir. Din, eğitim ve Türk kimliği...
Dini istismar edenler eğitimle ve Türklükle, eğitimi kendi dinî anlayışlarına göre şekillendirmek isteyenler de din ve Türklükle kavga ettiriyorlar. Bu kavga, Türkiye’nin birbirine sımsıkı bağlı dokusuna bulduğu her cepheden neşter vuruyor. Bir neşter yarasının dikişleri kapanmadan yenileri açılıyor. Dini, eğitim ve Türklükle kavga ettirenler Türkiye’mize, geleceğimize ne yapıyorsunuz farkında mısınız?
Diyanet kuruluş amacını unutup siyasî bir iradeye kavuşmaya başlayınca, merdiven altına gizlendirilen tarikatlar ve cemaatların aslında ülkenin dört bir yanında nasıl ve ne amaçla örgütlendiklerini görür olduk. Diyanet kurulduğu günden beri bütçeden hatırı sayılır bir pay alıyor. Son yıllarda da personel sayısı obezleşerek artan bir hâlde. Buna rağmen dinî inançlar, ibadet ve ahlâk esaslarını neden kendisi topluma anlatamıyor da, sahada yerini ne idüğü belirsiz tarikat ve cemaatlar aldı sorusunun cevabı çok önemli.
Kadın, erkek, çocuk demeden İslâm adına ırza geçen kaç şarlatandan Diyanet bugüne kadar davacı oldu?
İslâm dinini öğretiyoruz diye yasalara aykırı şekilde, kaçak yurtlarda ilkokul seviyesinde yatılı kalan çocukların ırzına, geleceğine tasallut eden kaç kişiden, kurumdan ve tarikattan Diyanet, İslâm dinini korumak için davacı oldu?
Holdingleşen milletin ırzı gibi, malına da din adı altında göz koyan kaç tarikatı Diyanet topluma ifşa etti, kaçından şikâyetçi oldu, hesap sordu?
Torpil ile hak yiyenlere, milletin malını çarçur edenlere, devletteki israfa, ranta, yolsuzluğa, rüşvete üstelik bunların tamamını Allah ile aldatmak için yapanlara karşı, Diyanet bugüne kadar ne yaptı?
Tek görevi camiye imam atayıp 5 vakit ezan okutup namaz kıldırmakla mı sınırlıdır? 2020 yılında hâlâ edep yerlerine Arap alfabesiyle harfler yazılarak içinden cin çıkarılacağı iddiasıyla, insanların din adına istismar edilmesinde Diyanet’in hiç mi suçu yok?
Her tarikatın dergâhlar kurmasında, insanların maddî manevî sömürülmesinde, oralarda haremler kurulmasında, Müslümanların duygularını, inançlarını iğfal etmesinde Diyanet’in hiç mi suçu yok?
O dergâhların olduğu yerde müftünüz, vaiziniz, imamınız nasıl izin veriyor insanların Allah ile aldatılmasına?
Diyanet’in samimiyetle İslâmiyete inanan, bilimi, akılı önceleyen vicdan sahibi inananlara ve Türk milletine artık bir hesap vermesi gerekmiyor mu?
Bu soruların cevaplarını ben de gerçekten çok merak ediyorum!