Bugüne (21 Temmuz 2020) de diğer tüm günlerde olduğu ve kanıksadığımız gibi, cinayet ve şiddet haberiyle başladık. Cinayetlere de kafamızdaki yargıya, sınıflandırmaya göre değer atfediyoruz. Ona göre konuşuyor, tepki veriyor ya da susuyoruz.
Terörle mücâdelenin güvenlik gücü ya da sivil şehidini, bir cinayet kurbanı olarak görmüyoruz bile. Adları terör kurbanları... Terörün şiddet ve cinayet yönünü, şehitlik ile kutsamaktan ön plana çıkartamıyoruz. Şehitlerimiz de; maalesef istatistiğe eklenen günlük sayılardan ibaret. Ezbere sayabileceğimiz isim, üçü beşi geçmez.
Şiddet kadın ve çocuğa yönelik ise, tepkiler ve değerlendirmeler de belli çerçevelerde tezahür ediyor. Tecâvüze uğrayıp öldürülmeyi hak ettiğinden tutun, "onu giymeseymiş, buraya gitmeseymiş, şu inançtan, yaşam biçiminden olmasaymış" diye zehir kusanlar; istila ediyor her yanı. Samimiyetle üzülen kalbimiz ve sızlayan vicdanımızın acısı katlanıyor.
Günlerdir sosyal medyada kayıp ilânını gördüğümüz Pınar Gültekin’in de, ne yazık ki, vahşi bir cinayete kurban gittiği ortaya çıktı.
Pınar daha mezara bile koyulmadan, ardından katil için; “Cemal Metin Avcı yalnız değil. Kimse durduk yere birini öldürmez, kız bağ evine gelmeyi kabul ediyorsa ne olduğu apaçık belli” şeklinde yazarak âdeta kanımızı dondurdu. Bir haber sitesinde ise Pınar'ı suçlayan yorumlar akıl alır gibi değildi.
Toplumda infial yaratan her cinayetten sonra, bu ve buna benzer düşüncedeki insanların çokluğunu görüp de ürpermemek elde değil. Kadın iseniz, hele de bir kız annesiyseniz bu ürperti; size panik atak geçirtecek kadar, hem kendiniz hem de evladınız için yerini derin kaygılara ve korkulara bırakıyor.
Hemen aklınıza Münevver Karabulut, Şule Çet, Ceren Özdemir, Nadira Kadirova, Şeyma Yıldız gibi onlarca isim geliyor. Neler söylenmedi ki öldürülmelerinin ardından, her yeni cinayet bir öncekini unutturdu. Ve işte bugün...
Bir kısım akl-ı selim sahibi insanlarımız ise hep var olsun!.. Onların sağduyulu, akıllı ve vicdanlı tavrı sayesinde toplumda bir nebze de olsa “anlayış” hâkim oluyor.
Hayvanı, ormanı, gölü, nehri, sahilleri yok etmekse cinayetten bile sayılmıyor. Üstelik her seferinde yapanın yanına hatırı sayılır bir “kâr” kalıyor.
Kaz Dağları, Artvin Cerattepe gibi maden için katledilen ormanlar kime fayda sağladı? 12 bin yıllık Dipsiz Göl’ü define aramak için boşaltmak, Sinop İnceburun ve Mersin Akkuyu’da nükleer santral için kesilen, sayısı milyonu aşan ağaçlar, cinayet değil mi?
Otel yapmak için sahile nâzır yakılan ormanlar; para ile avlanılmasına karar verilen ayılar, geyikler, dağ keçilerini öldürmek, kamu yararına bir hizmet mi?
Ya tüm bu cinayetleri, şiddeti durduracak yasalar ne âlemde? Neden yasaların hiçbir caydırıcılığı yok ve insanlar suç işlemekten hiç ama hiç çekinmiyor? Kanun koyucular, yasa uygulayıcılar bu şiddet ve cinayetlerdeki sorumluluklarını hiç düşünüyor mu?
Polis bir suçluya karşı 75 kez görevini yapıyor, adalete teslim ediyor, 76. kez aynı kişiye karşı görevini yaparken katlediliyor. 76. Suçunda polisi katledene adaletin nasıl tecelli edeceği merakı bir yana, daha neredeyse yasal olarak rüştüne ermemiş bir çocuğun, suç makinesi olmasının sorumlusu kim?
Daha önce de görmedik mi 35-41-43 suç kaydı olup, cinayet işleyeni?
Ölmeden cezaevinden çıkmaması gereken katiller, nasıl oluyor da üç-beş senede aramızda dolaşır hâle geliyor?
Yetmiyor onca teknolojik imkâna ve yasalara rağmen, serbest kalır kalmaz birkaç ay içinde yeniden üçüncü sayfa haberleri hâline geliyor.
Hani muazzam işleyen bir denetimli serbestlik sistemimiz vardı?
15 Nisan 2020’de yürürlüğe giren son infaz düzenlemesiyle serbest kalan mahkûmlar için, denetimli serbestlik hükümleri uygulanmaya başlamadı da, pandemi izni nedeniyle ağustos ortasına kadar “ötelendi” mi?
Bu süreçte tahliye edilen mahkûmlar, nasıl denetleniyor? Suça karışıyorlar mı, bilen var mı?
Defalarca kez hukuk reformu, yargı reformu diye yapmadığımız reform kalmadı. Peki, suç, özellikle de şiddet ve cinayet, neden azalmıyor?
Şiddeti bir bütün hâlinde görmeyip yargılarımıza göre değer biçince, suç genele hâkim olan bir sorun oluyor. Ne yazık ki kanıksanan şiddetin tam göbeğindeyiz. Şort giydiğimiz için dövülebilir, trafikte solladığımız için öldürülebiliriz. Sıra bize gelene kadar durmadan mücâdele etmeye çalışmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden.
Türkiye’de TSK, Jandarma ve EGM toplumu ve suçluları rehabilite etmek adına, mevzuatında yazılı olanları uygulamaya; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, MEB, Sağlık Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı'ndan daha çok dikkat ediyorsa, orada bir sorun yok mu sizce?
Ve en önemlisi de bu meselenin öncelikle çözülmesi kimin sorumluluğunda?