Bu yazımda sizlere ilk Osmanlı Anayasasının, Kanun-i Esasi’nin mimarlarından reformcu devlet adamı Mithat Paşa’nın hazin sonundan bahsetmek istiyorum.
Sultan Abdülaziz, 30 Mayıs 1876’da tahttan indirildikten birkaç gün sonra odasında bilekleri kesilmiş bir vaziyette ölmek üzereyken bulunmuştu. Abdülaziz yapılan müdahaleye rağmen ve kurtarılamamış ve olayın intihar olduğu kabul edilmişti. Abdülaziz'in intiharından beş yıl sonra Sultan II. Abdülhamid, yeni görgü tanıklarının ortaya çıktığı gerek göstererek, Sultan Abdülaziz’in ölümünden sorumlu tutulan kişilerin yargılanması emrini verdi.
27–29 Haziran 1881 tarihleri arasında yapılan mahkeme sonunda Sultan Abdülaziz’in öldürülmesinde rolü oldukları gerekçesiyle Mithat Paşa, Damat Mahmud Celaleddin Paşa ve Damat Nuri Paşa, Sultan Abdülaziz’in hizmetinde bulunan Cezayirli Mustafa, Pehlivan Mustafa ve Boyabatlı Pehlivan Hacı Mehmed ile Mâbeynci Fahri Bey, Ali Bey, Necib Bey idama; Seyyid Bey ve Albay İzzet Bey de 10 yıl hapse mahkûm edildiler.
İdam cezaları Abdülhamid tarafından müebbet hapis cezasına çevrildi. Mithat Paşa, Damat Nuri Paşa, Şeyhülislam Hayrullah Efendi, Binbaşı Necip Bey ve Binbaşı Ali Bey, Pehlivan Mustafa ve Boyabatlı Hacı Mehmed cezalarını çekmek üzere Taif’e gönderildiler.
Mithat Paşa ve Mahmut Paşa 8 Mayıs 1884’te kale muhafızları tarafından boğularak öldürüldüler. Mabeynci Fahri Bey 28 yıl sürgünde hapis yattıktan sonra II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle birlikte İstanbul’a döndü. Fahri Bey, sürgünden döndüğünde beraber hapis yattığı Sultan Abzülaziz’in hizmetkarlarından Cezayirli Mustafa, Pehlivan Mustafa ve Boyabatlı Pehlivan Hacı Mehmed tarafından yazılan ifade metinlerini de yanında getirmiştir.
İşkence sonucu ifadeler hazırlandı
Bu ifade metinleri Fahri Bey’in ailesi tarafından Türk Tarih Kurumu’na sunulmuş ve Bekir Sıtkı Baykal tarafından 1968 yılında yayınlanmıştır.
Bu ifade metinleri neden önemli?
Çünkü üç şahıs da Sultan Abdülaziz’in ölümünün intihar sonucu gerçekleştiği halde Sultan’ı kendilerinin öldürdüğü yönünde yalan ifade vermeye zorlandıklarını, zaman zaman Padişah’ın konuşulanları kapı arkasından dinlediğini, bazen de bizzat Sultan Abdülhamid’in huzuruna çıkartıldıklarını, olmayan suçlarını itiraf etmeleri için türlü işkencelere maruz kaldıklarını anlatıyorlar.
İfadelerin sonunda işin doğrusunun anlattıkları gibi olduğuna dair yemin metni ile bütün hapishane arkadaşlarının mühür ve imzaları bulunuyor. İfadelerde yazılanlar doğru kabul edilirse, Yıldız Mahkemesi’nin tamamen düzmeceden ibaret olduğu anlaşılıyor.
İfadelerde yazılanlara göre, öncelikle Pehlivan Mustafa ve Boyabatlı Hacı Mehmed’e işkence yapılarak Sultan Abdülaziz’i öldürdükleri yönünde yalan ifade vermeleri kabul ettirilir.
Cezayir’li Mustafa, Sünbül Ağa isimli harem ağasının odasında on gün işkence altında kaldıktan sonra Pehlivan Mustafa ve Boyabatlı Hacı Mehmed’in yanına götürülür. Cezayirli Mustafa işlemediği suçu kabul etmeye yanaşmayınca Pehlivan Mustafa kafasına ve göğsüne birer yumruk vurup, “Be hey hayvan herif, benim dediğim gibi söyle. Efendimiz (Sultan Abdülhamid) vad ve ahd etti. Bir gûna zarar ve ceza olmayacaktır. Efendimizin bunda anlayacağı iş vardır ve aradığı başkadır. Sen biz yaptık deyû söyleyiver, ne korkuyorsun?” der. Cezayirli Mustafa “Allah'tan korkmayarak nasıl söyleyeyim?” deyince, işkence başlar. Anlatılanlara göre işkence sırasında Sultan Abdülhamid bizzat oradadır. Detayları buradan yazmayı uygun görmüyorum. Merak eden okuyucular İbretnüma’ya göz atabilirler.
Taif Zindanında Çileli Günler
İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın arşiv belgelerine dayanarak hazırladığı Mithat Paşa ve Taif Mahkumları adlı kitabında “Mithat Paşa ve diğer mahkumların Yıldız Mahkemesi sonrasında akıbetleri ne oldu?” sorusuna cevap bulmak mümkündür. Uzunçarşılı’nın aktardığına göre Taif’e sürgüne gönderilen Mithat Paşa ve diğer mahkûmlar için çileli bir zindan hayatı başlamıştı.
Mithat Paşa ve Mahmut Paşa’ya bazen aileleri tarafından çamaşır, yiyecek, sigara vb. geliyorsa da bunların bazıları verilip bazıları verilmiyordu. Diğer mahkûmların aileleri zaten muhtaç olduklarından bunlar acınacak vaziyette idiler.
Sultan II. Abdülhamid, Mithat Paşa Yıldız’da mahkemeye çıktığı esnada ona mabeynci ve tüfenkçibaşı gibi adamlarını gönderip sürgün edileceği yerde oturmak üzere ailesinden kimleri isterse yanına alabileceğini söyletmişti. Padişahın bu vaatleri üzerine Mithat Paşa durumu ailesine müjdeleyecek bir yazı yazdı. Mithat ve Mahmut paşalar, Taif’e geldikten iki ay kadar sonra “aileleriyle birlikte başka bir mahalde oturmak” isteklerini valiliğe bildirdiler. Valilik konuyu yine saraya arz ederek görüş sordu. Valiye gelen olumsuz ve oldukça ağır cevapla birlikte bu arzularına da nail olamadılar. Aslında Mithat Paşa’ya mahkeme sırasında yapılan vaatler tamamen aldatmacaydı. Onun bu vaatlere inanarak ailesine yazdığı ve beraber oturabileceklerini müjdelediği mektup da ailenin oturduğu İzmir’e gitmemiş, yani ailenin eline hiç ulaşmamış, sarayda alıkonulmuştu.
Mithat Paşa eşi Naime Hanım’a yazdığı bir mektupta bir seneden beri hiç kimse ile görüşmediğini ve Taif kışlasının kapısından bir kere olsun dışarı çıkamadığını belirttikten sonra bunun dışında afiyetinin yerinde olduğunu ve dört beş günde bir hatim indirerek günlerini geçirdiğini söylüyordu. Mithat Paşa aynı mektubunda sol gözünün kapağında bir şişlik oluştuğunu ve bunun büyüdüğünü, ameliyat olması gerektiğini ancak ameliyat yapabilecek bir hekim bulunmadığından yakınıyordu.
Mithat Paşa’nın omzunda çıkan ufak çıban gittikçe büyümüş ve ameliyat olmasını gerektiren bir hâl almış ise de Mithat Paşa buna yanaşmamış, bunun üzerine Mahmud Paşa bulduğu kocakarı ilacıyla çıbanı iyileştirmeye çalışmıştı. Paşa’nın bu hastalığı sırasında mahkûmlar üzerindeki baskı iyice artmış, sabah akşam askerlere ne yemek veriliyorsa kendilerine de aynı yemeğin verilmesi kararlaştırılmıştı. Çarşıdan bir şey alınması ve çamaşırların dışarıda yıkanması da yasaklanmıştı. Mithat Paşa yazdığı bir mektupta son vaziyetini bildirirken sekiz kişiye bir karavana olmak üzere sabahları iki karavana çorba ve akşamları turp yaprağı verildiğinden ve bazılarının önceden sakladığı ekmekleri yediğinden bahsediyordu. Parası olanların sabun ve kömür alıp su ısıtıp çamaşırlarını yıkadıklarını, parası olmayanların küllü su ile bu işi gördüklerini anlattıktan sonra vücudundaki çıbanının kapanmaya başladığını ancak yine de hasta olduğunu söylüyordu.
"Abdülhamid, Mithat ve Mahmut Paşaların hayatta olmasından rahatsızdı"
Uzunçarşılı’ya göre Sultan II. Abdülhamid, bilhassa Mithat Paşa ve Mahmud Paşa’yla meşgul oluyor, bunların hayatta kalmaları onu huzursuz bırakıyordu. Sultan’a göre bunların İngilizler tarafından kaçırılma ihtimali bile vardı.
Hatta bir keresinde Serkarin Hamdi Paşa tarafından Mekke emirine Mithat Paşa’nın kaçırıldığına dair bir şifre gelmiş, bunun aslı olup olmadığı sorulmuş, daha sonra kaçırılma haberinin asılsız olduğu anlaşılmıştı. Fakat Saray, Mithat Paşa’yı dolambaçlı yollardan ortadan kaldırmak istediğinden onun kaçtığını ifşa ediyor ve bunu gazetelerde yazdırıyordu. Bu hâl ile günün birinde öldüreceği Mithat ve Mahmud Paşaları kaçırmışlardır diye tahkikata girişecekti. Nitekim bu tarzdaki hareket paşaların ölümlerinden sonra iki üç sene daha böyle devam etmişti. Mithat Paşa’nın kendisinin kaçtığına dair çıkan haberler üzerine eşlerine göndermiş olduğu mektubundan “Subhanallah, acaba ertesi gün meydana çıkacak bir yalanı bir gün evvel düzüp koşup çıkartmakta ne meziyet ve fazilet mütalea olunuyor?” sözleriyle döndürülen dolabın farkında olmayarak safiyane düşüncede bulunduğu anlaşılıyordu.
Fakat daha sonraki hadiseler maksadın ne olduğunu göstermiş olduğundan o zaman kendi haklarındaki vaziyeti hisseden Mithat Paşa, artık her şeyden ümidi keserek büyük bir tevekkül ile ölümünü beklemişti. Bu saatten sonra mahkûmların üzerindeki baskı iyice arttı. Mithat ve Mahmud Paşaları sessiz sedasız öldürmek için yiyecek ve içeceklerine zehir konmaya başlandı.
Paşaları zehirleyecek olurlarsa Mithat Paşa’nın ağası Arif’e 1000, Mahmud Paşa’nın ağası Arif’e de yine paşayı zehirlemesi karşılığında 500 lira para vadedilse de ağalar böyle bir işe yanaşmamış ve paşalara haber vermişlerdi. Paşalar da bu haber üzerine dikkatli davranarak zehirlenme tehlikesinden kurtulmuşlardı.
Mithat Paşa’nın vefatından otuz dört gün önce yazdığı son mektubunda anlattıkları insanlık adına üzüntü vericiydi. Mithat Paşa, mektuba “Bu mektup ihtimal ki son mektubumdur” diyerek başlamış, hiç heyecan göstermeden ve son ümitsiz hâlini anlatmış, kendisini zehirlemek istediklerinden, sütünün, tenceredeki yemeğinin veya su testisinin içine zehir konduğundan ve dikkati sayesinde bundan kurtulduğundan bahsetmiş ve vasiyetini bildirmişti.
Zehirlenmekten kurtulan paşaların bu tertibatla öldürülmeyecekleri anlaşılınca fiilen öldürme teşebbüsleri başladı. Gerekli talimatı alan Miralay Mehmed Lütfi Bey, iki bölük asker ile acele Taif’e gelmiş ve bu askerin içinden güçlü kuvvetli kırk kadarını kale mahkûmların muhafızlığına bırakarak gereken talimatı vermişti. Bir gece yarısı ayrı ayrı odalarda yatmakta olan Mithat Paşa ve Mahmud Paşa boğularak öldürüldüler. Hastalıktan bünyesi zayıf düşmüş olan Mithat Paşa önceden beri yapılacağını tahmin ettiği feci akıbete karşı direnmemiş, teslim olmuştu. Gücü kuvveti yerinde olan Mahmut Paşa ise katiller de epey uğraşmış, birkaçını duvara çarpmış ve kendisini yastıkla müdafaa etmek istemişse de en sonunda gücü tükenmiş, o da katillere teslim olmuştu. Mithat Paşa’yı Edirneli Berber İsmail, Mahmud Paşa’yı da Karahisarlı Süleyman Çavuş ile Zileli Ali boğmuşlardı. Mithat Paşa’nın şirpençe çıbanı nedeniyle Mahmut Paşa’nın da mide nezlesi ve tifolu hummadan öldükleri hakkında doktor raporu tutulmuş ve bu raporlar İstanbul’a bildirilmişti. Sultan II. Abdülhamid bu haberden memnuniyet duymuştu. Uzunçarşılı, bu iki cinayetin arkasında Sultan II. Abdülhamid’in olduğunu şu sözlerle ifade etmektedir:
“Zannıma göre aslı olsun olmasın Mithat ve Mahmut Paşaların kaçırılmak istenmesi, Abdülhamid’i kat’i olarak bunlardan kurtulmaya sevk etmiş olduğundan şüphe yoktur; yani İngilizlerin bu iki paşayı kaçırma teşebbüsü fırsat arayan padişahı bunları öldürmeye sevk etmiştir.”
Sultan Abdülhamid’e muhalif, Jön Türk gazetecilerden Derviş Hima, 3 Şubat 1901’de yayınladığı Makber-i Ahrar isimli risalede Mithat Paşa’nın Taif zindanında boğdurulmasından Sultan Abdülhamid’i sorumlu tutmuş ve cenazenin defnedildiği yerden çıkartılarak başının kesilip Sultan Abdülhamid’e gönderildiğini iddia etmiştir:
“Öldüğünden emin olmak için Mithat Paşa’nın başını görmek istedi. Cenaze gömülmüştü. Tekrar çıkardılar. Hayvanlara bile icra edilmeyen hakaretlerle baltalarla başını boynundan ayırdılar. Bir sandığa yerleştirdiler. Sandığın üzerine “Halife ve Padişaha Hediye” diye yazdılar. Melunlar Allah’tan korkmadılar ve düşünmediler ki ilahi adalet hiçbir zulmeti gizli bırakmaz. Sandık bendegân ile beraber Süveyş Kanalından geçerken gümrükçüler açıp içindekini görmek istediler. Bendegân-ı Halife ısrar ettiler. Zât-ı şâhâneye olan hediye gümrükte açılmaz dediler. İstanbul’a telgraf çektiler. Sultan Hamid çıldırmaya başladı. İngiltere Kraliçesi müteveffa Victoria’ya telgraf çekilerek zatına ait olan hediyelerin Süveyş’ten muayenesiz geçmesini rica etti. Kraliçe verdiği cevapta diyordu ki mümkünsüzdür. Ben imzaladığım bir kanunu çiğneyemem. Nizamı ayaklar altına aldığım dakikada saltanatım mahvolmuş demektir. Memurların vazifelerini icrada tam bir hürriyete sahip olduklarını arz ile arzunuzu yerine getiremediğim için müteessifim. Bu cevap katilin cümle-i acibesine dokundu. Sultan haktan korkmayarak icra ettiği bir cinayetin halk arasında şüyu bulmasından imparatorlar, krallar, kraliçeler, şehzadeler arasında bed nam olacağından asla çekinmedi. Sandık açıldı. Dehşetli cinayet meydana çıktı. Haber kraliçeye kadar ulaştı. Globe, Daily Mail, Standart, Times gibi gazetelerde çıkan haber ve makaleler ile cinayet tüm dünyaya duyuruldu.”
Not: Derviş Hima’nın son cümlesinden yola çıkarak yabancı basını kabaca taradım ama konuyla ilgili bir haber bulamadım. Derviş Hima’nın sözleri değerlendirilirken, Sultan Abdülhamid’e olan nefreti göz önünde tutulmalıdır.
Abdülhamid yapmış ise doğru yaptı sultanı tehdit vari karşısına çıkarsa sonu bu ATAM SULTAN ABDÜLHAMİT HAN