“Hanedan yönetimi, halkı felakete sürüklemiştir. Anadolu’daki yeni yönetimin adı saltanat-ı milliyedir!”
Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasında en küçük payı bulunmamasına rağmen bu başarıya ortak
olmak isteyen İstanbul hükûmeti barış görüşmelerine (Lozan) kendilerinin de gitmesi gerektiğini
düşünüyordu. Sadrazam Tevfik Paşa, 17 Ekim 1922’de yazdığı ve TBMM’nin İstanbul temsilcisi Hamit
Bey’e yollayıp Mustafa Kemal’e ulaştırılmasını istediği telgrafında kazanılan zaferin Ankara ve İstanbul
arasındaki anlaşmazlıkları kaldırarak millî birliği sağladığını savunmuş, barış konferansına Ankara ve
İstanbul Hükûmetlerinin beraberce davet edileceğini belirterek barış görüşmelerinde gündeme gelecek sorunların önceden iki hükûmetçe müzakere edilmesini teklif etmişti. Mustafa Kemal Paşa, bu telgrafa ertesi gün verdiği cevapta, Türk Devleti aleyhinde her türlü teşebbüse karşı gerekli tedbirleri düşündüğünü belirterek Türkiye’nin geleceğine sorumlu olanın Ankara Hükûmeti olduğunu vurguladı.
Vahdettin ise düşmanı yurttan atan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını tamamen saf dışı bırakıp,
barış görüşmelerine (Lozan) yalnızca İstanbul Hükümeti’nin kabul edilmesi için temaslarda bulunuyordu. Vahdettin, 25 Ekim 1922’de İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri’ni kabul ederek konferansta İstanbul Hükûmeti’nin Türkiye’yi tek başına temsil etmesi konusunda Fransa’nın destek vermesini talep etti.
19 Ekim 1922’de Refet Paşa’nın muzaffer Türk milliyetçilerinin ilk temsilcisi olarak İstanbul’a gelmesiyle birlikte yaşanan gelişmeler saltanatın kaldırılacağının habercisi gibiydi. Refet Paşa’nın gelişi o güne kadar görülmedik coşku ve kutlamalara sahne olmuş, basın, şehir, talebe ve cemiyet temsilcileriyle birlikte kalabalık bir halk topluluğu karşılama töreninde hazır bulunmuşlardı. Vahdettin bile yaveri Nuri Bey’i Kabataş’a Refet Paşa’yı karşılamaya göndermişti. Yaverin “Zat-ı şahane adına hoş geldiniz!” demesi üzerine Refet Paşa, “Yüksek Halifelik makamına dindar duygularımı bildiriniz.” diyerek daha ilk dakikadan yeni yönetimde saltanata yer olmadığı mesajını vermişti. Sadrazam adına yaveri tarafından iletilen tebrik mesajına da “Anadolu bir İstanbul hükümeti tanımadığı gibi, tabiatıyla, bu hükümetin Sadrazamını da tanımaz.” diyerek cevap veren Refet Paşa, ilerleyen günlerde şehrin çeşitli yerlerinde yaptığı konuşmalarda hanedanın hâkimiyetinin milleti felakete sürüklediğini ve hâkimiyetin artık padişahta değil ancak ve ancak millette olduğunu söylemişti. Anadolu’daki yeni yönetimden “Saltanat-ı Milliye” diyerek bahsetmiş, Saltanat-ı Milliye’de halkın saltanatı eline aldığını ve artık her ne yapılırsa halk tarafından, halk namına ve halk için yapılacağını anlatmıştı. Kadıköy halkı adına davet edildiği bir ziyafette Vahdettin’e ve sadrazama çatan şiddetli bir konuşma yapan Refet Paşa şunları söylemişti:
“Bu beyler bir kalp akçaya (geçmez para) bizi sattılar. Esirler gibi müşteri pazarlığına çıkarılmadan
satıldık. İsterim ki, bunlar talihsiz ve merdud yaptıklarının cezasını görsünler. İlelebet çeksinler.
27 Ekim 1922’de İtilaf Devletleri konferansa katılacak devletlere resmî çağrıda bulundular. Türk tarafından hem Ankara Hükûmeti hem de İstanbul Hükûmeti davet edildi. Resmî çağrılar Ankara Hükûmeti adına İstanbul temsilcisi Hamid Bey’e, İstanbul Hükûmeti adına ise Dışişleri Bakanı İzzet Paşa’ya verildi.
İtilaf Devletleri Yunan ordusuna karşı zaferin milliyetçilerin azim ve çabalarıyla kazanıldığını pekala biliyorlardı. Buna rağmen, savaşın kazanılmasında zerrece desteği olmayan, hatta Millî Mücadele’nin bütün aşamalarına köstek olan İstanbul Hükûmetinin barış görüşmelerine davet edilmesindeki amaç, ikilik çıkartmaktan başka bir şey değildi. Nitekim bu davet Türk ulusunun hangi hükûmetçe temsil edileceği konusunda anlaşmazlık çıkmasına neden olmuştu. 29 Ekim 1922’de Tevfik Paşa bu sefer doğrudan doğruya TBMM’ye çektiği telgrafında barış görüşmelerine her iki hükûmetin de katılması gerektiğini bildirdi. Ankara Hükûmetinin görüşmelere katılmamasının tüm dünyanın arzuladığı barışı sonuçsuz bırakacağını, İstanbul Hükûmetinin barış görüşmelerine katılmayı reddetmesinin de devletin altı yüzyılı aşkın ve bütün İslam âlemini ilgilendiren tarihini sönmeye mahkûm etmek manasına geleceğini vurgulayan Tevfik Paşa, Ziya Paşa’nın konferansa gönderileceğini bildirmiş ve Ankara Hükûmetinden de ivedilikle bir temsilcinin belirlenerek konferansa gönderilmesini talep etmişti. Tevfik Paşa’nın telgrafı milliyetçiler arasında büyük tepkiye neden olurken bu tepki basına da yansıdı. Tevfik Paşa’nın telgrafını büyük bir suç vesikası ve küstahlık olarak algılayan Hakimiyet-i Milliye gazetesi tepkisini şöyle dile getirdi: “Ey Ulu Millet, cihanın imrendiği zaferini çekemeyen, akıttığın kanların mükâfatını toplamaya mani olmak isteyen Saray ve bunun vasıta-ı ihtirası Bâb-ı Alî sana bir kere daha hıyanet ediyor. Bu, kendisini mezara götüren son hıyaneti olmuştur! Bâb-ı Alî konferansa gelmek istiyor. Fakat millet onu lağv ediyor!
İtilaf Devletlerini Mudanya Konferansı’nı dikkate almamakla suçlayan İleri gazetesi İstanbul
Hükûmetini davet edip üç seneden beri devam eden meselenin yeniden tazelenmesine sebep olduklarından bahsederek Tevfik Paşa’nın telgrafını sert şekilde eleştirdi. Rauf Orbay, gazetecilerin konferansla ilgili sorusuna karşılık Türk Devleti’nin tek temsilcisi ve meşru hükûmeti olan TBMM’den başka kimsenin konferansta temsil edilemeyeceğini söylerken, Refet Bey ise İkdam gazetesine verdiği mülakatta İstanbul Hükûmetinin barış görüşmelerine katılmasının her bulanıklıktan istifade etmek isteyen düşmanlarımıza bekledikleri fırsatı vermiş olacağını ifade etti.
İstanbul’un yaptığı bu son cüretkârlık, saltanatın kaldırılmasıyla sonuçlanacaktı.
Saltanatın kaldırılması meselesi 30 Ekim 1922 tarihinde TBMM gündemine taşındı. Dr. Rıza Nur ve
arkadaşlarının “Osmanlı İmparatorluğu yerine Türk Hükûmetinin geçtiği ve Hâkimiyeti Millinin nefsine intikal ettiği” şeklinde verdikleri önergeyle birlikte bu önemli mesele müzakere edilmeye başlandı. Kürsüye çıkan Kazım Karabekir Paşa, “Bu kadar felaketli günler geçirdikten sonra, onların telgraflarının hâlâ bir kâbus gibi millet üzerine çöken bu zulümlerini, sessiz sedasız bırakmamalı, onların hiç olduğunu bütün âlemi İslama göstermeli ve katiyen sulh mahalline bunların ayaklarını attırmamaya çalışmalıyız.” sözleriyle Tevfik Paşa’nın telgrafını eleştirdi. Söz alan herkes, İstanbul Hükûmetinin Türk milletini Lozan’da temsil isteğini eleştirirken, en sert tepki “Milli mücadeleye başladığımız tarihten bugüne kadar bizim iki düşmanımız vardı. Biri hariçten geliyordu. Diğeri de İstanbul’dan doğuyordu. İstanbul’dan maksadım Padişah, Saray ve Babıâli’dir.” diyen Ali Fuat Paşa’dan geldi.
31 Ekim 1922 akşamı Mustafa Kemal ve milliyetçi liderler Refet Paşa’nın Keçiören’deki evinde toplanarak saltanatın kaldırılması meselesini görüştüler. Ertesi günkü oturumda söz alan Mustafa Kemal Paşa, yaptığı uzun konuşmasında İslam ve Türk tarihinden söz açarak halifelikle padişahlığın ayrılabileceğini, ulusal egemenlik katının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini tarihsel olaylara dayanarak anlattı. 1 Kasım 1922’de yapılan bu oturumda saltanat kaldırıldı. Burdur Mebusu İsmail Suphi Bey tarafından 1 Kasım gününün millî bayram ilan edilmesi, Yozgat Mebusu Süleyman Sırrı Bey tarafındansa alınan kararın dualarla ve top atışlarıyla kutlanması talep edildi. Saltanatın kaldırıldığı haberi, Anadolu Ajansı tarafından bütün dünyaya şöyle duyuruldu:
“Osmanlı Devleti, Saray’ın ve Babıali’nin cehalet ve sefaleti dolayısıyla asırlar boyu büyük felaketlere maruz kalıp sarsılarak nihayet tarihe intikal etmiştir. İmparatorluğun kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti, Anadolu’da yabancı düşmanlarına karşı başkaldırmış, aynı zamanda mezkur düşmanlarla ittifak içerisinde olan ve milletin aleyhinde çalışan Saray ve Babıali’ye karşı da mücadeleye girişmiştir. Türk milleti Saray’ın ve Babıali’nin ihanetini görünce, ilk maddesi ile hakimiyeti sultanın elinden alarak bizatihi milletin kendisine veren ve ikinci maddesi ile de icra ve yasama güçlerini milletin güçlü eline teslim eden Teşkilat-ı Esasiye’yi ilan etmiştir.”
Saltanatın bir ailenin elinden alınıp, milletin tamamına verilişinin 98. yıl dönümü kutlu olsun!
Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasında en küçük payı bulunmamasına rağmen bu başarıya ortak
olmak isteyen İstanbul hükûmeti barış görüşmelerine (Lozan) kendilerinin de gitmesi gerektiğini
düşünüyordu. Sadrazam Tevfik Paşa, 17 Ekim 1922’de yazdığı ve TBMM’nin İstanbul temsilcisi Hamit
Bey’e yollayıp Mustafa Kemal’e ulaştırılmasını istediği telgrafında kazanılan zaferin Ankara ve İstanbul
arasındaki anlaşmazlıkları kaldırarak millî birliği sağladığını savunmuş, barış konferansına Ankara ve
İstanbul Hükûmetlerinin beraberce davet edileceğini belirterek barış görüşmelerinde gündeme gelecek sorunların önceden iki hükûmetçe müzakere edilmesini teklif etmişti. Mustafa Kemal Paşa, bu telgrafa ertesi gün verdiği cevapta, Türk Devleti aleyhinde her türlü teşebbüse karşı gerekli tedbirleri düşündüğünü belirterek Türkiye’nin geleceğine sorumlu olanın Ankara Hükûmeti olduğunu vurguladı.
Vahdettin ise düşmanı yurttan atan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını tamamen saf dışı bırakıp,
barış görüşmelerine (Lozan) yalnızca İstanbul Hükümeti’nin kabul edilmesi için temaslarda bulunuyordu. Vahdettin, 25 Ekim 1922’de İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri’ni kabul ederek konferansta İstanbul Hükûmeti’nin Türkiye’yi tek başına temsil etmesi konusunda Fransa’nın destek vermesini talep etti.
19 Ekim 1922’de Refet Paşa’nın muzaffer Türk milliyetçilerinin ilk temsilcisi olarak İstanbul’a gelmesiyle birlikte yaşanan gelişmeler saltanatın kaldırılacağının habercisi gibiydi. Refet Paşa’nın gelişi o güne kadar görülmedik coşku ve kutlamalara sahne olmuş, basın, şehir, talebe ve cemiyet temsilcileriyle birlikte kalabalık bir halk topluluğu karşılama töreninde hazır bulunmuşlardı. Vahdettin bile yaveri Nuri Bey’i Kabataş’a Refet Paşa’yı karşılamaya göndermişti. Yaverin “Zat-ı şahane adına hoş geldiniz!” demesi üzerine Refet Paşa, “Yüksek Halifelik makamına dindar duygularımı bildiriniz.” diyerek daha ilk dakikadan yeni yönetimde saltanata yer olmadığı mesajını vermişti. Sadrazam adına yaveri tarafından iletilen tebrik mesajına da “Anadolu bir İstanbul hükümeti tanımadığı gibi, tabiatıyla, bu hükümetin Sadrazamını da tanımaz.” diyerek cevap veren Refet Paşa, ilerleyen günlerde şehrin çeşitli yerlerinde yaptığı konuşmalarda hanedanın hâkimiyetinin milleti felakete sürüklediğini ve hâkimiyetin artık padişahta değil ancak ve ancak millette olduğunu söylemişti. Anadolu’daki yeni yönetimden “Saltanat-ı Milliye” diyerek bahsetmiş, Saltanat-ı Milliye’de halkın saltanatı eline aldığını ve artık her ne yapılırsa halk tarafından, halk namına ve halk için yapılacağını anlatmıştı. Kadıköy halkı adına davet edildiği bir ziyafette Vahdettin’e ve sadrazama çatan şiddetli bir konuşma yapan Refet Paşa şunları söylemişti:
“Bu beyler bir kalp akçaya (geçmez para) bizi sattılar. Esirler gibi müşteri pazarlığına çıkarılmadan
satıldık. İsterim ki, bunlar talihsiz ve merdud yaptıklarının cezasını görsünler. İlelebet çeksinler.
27 Ekim 1922’de İtilaf Devletleri konferansa katılacak devletlere resmî çağrıda bulundular. Türk tarafından hem Ankara Hükûmeti hem de İstanbul Hükûmeti davet edildi. Resmî çağrılar Ankara Hükûmeti adına İstanbul temsilcisi Hamid Bey’e, İstanbul Hükûmeti adına ise Dışişleri Bakanı İzzet Paşa’ya verildi.
İtilaf Devletleri Yunan ordusuna karşı zaferin milliyetçilerin azim ve çabalarıyla kazanıldığını pekala biliyorlardı. Buna rağmen, savaşın kazanılmasında zerrece desteği olmayan, hatta Millî Mücadele’nin bütün aşamalarına köstek olan İstanbul Hükûmetinin barış görüşmelerine davet edilmesindeki amaç, ikilik çıkartmaktan başka bir şey değildi. Nitekim bu davet Türk ulusunun hangi hükûmetçe temsil edileceği konusunda anlaşmazlık çıkmasına neden olmuştu. 29 Ekim 1922’de Tevfik Paşa bu sefer doğrudan doğruya TBMM’ye çektiği telgrafında barış görüşmelerine her iki hükûmetin de katılması gerektiğini bildirdi. Ankara Hükûmetinin görüşmelere katılmamasının tüm dünyanın arzuladığı barışı sonuçsuz bırakacağını, İstanbul Hükûmetinin barış görüşmelerine katılmayı reddetmesinin de devletin altı yüzyılı aşkın ve bütün İslam âlemini ilgilendiren tarihini sönmeye mahkûm etmek manasına geleceğini vurgulayan Tevfik Paşa, Ziya Paşa’nın konferansa gönderileceğini bildirmiş ve Ankara Hükûmetinden de ivedilikle bir temsilcinin belirlenerek konferansa gönderilmesini talep etmişti. Tevfik Paşa’nın telgrafı milliyetçiler arasında büyük tepkiye neden olurken bu tepki basına da yansıdı. Tevfik Paşa’nın telgrafını büyük bir suç vesikası ve küstahlık olarak algılayan Hakimiyet-i Milliye gazetesi tepkisini şöyle dile getirdi: “Ey Ulu Millet, cihanın imrendiği zaferini çekemeyen, akıttığın kanların mükâfatını toplamaya mani olmak isteyen Saray ve bunun vasıta-ı ihtirası Bâb-ı Alî sana bir kere daha hıyanet ediyor. Bu, kendisini mezara götüren son hıyaneti olmuştur! Bâb-ı Alî konferansa gelmek istiyor. Fakat millet onu lağv ediyor!
İtilaf Devletlerini Mudanya Konferansı’nı dikkate almamakla suçlayan İleri gazetesi İstanbul
Hükûmetini davet edip üç seneden beri devam eden meselenin yeniden tazelenmesine sebep olduklarından bahsederek Tevfik Paşa’nın telgrafını sert şekilde eleştirdi. Rauf Orbay, gazetecilerin konferansla ilgili sorusuna karşılık Türk Devleti’nin tek temsilcisi ve meşru hükûmeti olan TBMM’den başka kimsenin konferansta temsil edilemeyeceğini söylerken, Refet Bey ise İkdam gazetesine verdiği mülakatta İstanbul Hükûmetinin barış görüşmelerine katılmasının her bulanıklıktan istifade etmek isteyen düşmanlarımıza bekledikleri fırsatı vermiş olacağını ifade etti.
İstanbul’un yaptığı bu son cüretkârlık, saltanatın kaldırılmasıyla sonuçlanacaktı.
Saltanatın kaldırılması meselesi 30 Ekim 1922 tarihinde TBMM gündemine taşındı. Dr. Rıza Nur ve
arkadaşlarının “Osmanlı İmparatorluğu yerine Türk Hükûmetinin geçtiği ve Hâkimiyeti Millinin nefsine intikal ettiği” şeklinde verdikleri önergeyle birlikte bu önemli mesele müzakere edilmeye başlandı. Kürsüye çıkan Kazım Karabekir Paşa, “Bu kadar felaketli günler geçirdikten sonra, onların telgraflarının hâlâ bir kâbus gibi millet üzerine çöken bu zulümlerini, sessiz sedasız bırakmamalı, onların hiç olduğunu bütün âlemi İslama göstermeli ve katiyen sulh mahalline bunların ayaklarını attırmamaya çalışmalıyız.” sözleriyle Tevfik Paşa’nın telgrafını eleştirdi. Söz alan herkes, İstanbul Hükûmetinin Türk milletini Lozan’da temsil isteğini eleştirirken, en sert tepki “Milli mücadeleye başladığımız tarihten bugüne kadar bizim iki düşmanımız vardı. Biri hariçten geliyordu. Diğeri de İstanbul’dan doğuyordu. İstanbul’dan maksadım Padişah, Saray ve Babıâli’dir.” diyen Ali Fuat Paşa’dan geldi.
31 Ekim 1922 akşamı Mustafa Kemal ve milliyetçi liderler Refet Paşa’nın Keçiören’deki evinde toplanarak saltanatın kaldırılması meselesini görüştüler. Ertesi günkü oturumda söz alan Mustafa Kemal Paşa, yaptığı uzun konuşmasında İslam ve Türk tarihinden söz açarak halifelikle padişahlığın ayrılabileceğini, ulusal egemenlik katının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini tarihsel olaylara dayanarak anlattı. 1 Kasım 1922’de yapılan bu oturumda saltanat kaldırıldı. Burdur Mebusu İsmail Suphi Bey tarafından 1 Kasım gününün millî bayram ilan edilmesi, Yozgat Mebusu Süleyman Sırrı Bey tarafındansa alınan kararın dualarla ve top atışlarıyla kutlanması talep edildi. Saltanatın kaldırıldığı haberi, Anadolu Ajansı tarafından bütün dünyaya şöyle duyuruldu:
“Osmanlı Devleti, Saray’ın ve Babıali’nin cehalet ve sefaleti dolayısıyla asırlar boyu büyük felaketlere maruz kalıp sarsılarak nihayet tarihe intikal etmiştir. İmparatorluğun kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti, Anadolu’da yabancı düşmanlarına karşı başkaldırmış, aynı zamanda mezkur düşmanlarla ittifak içerisinde olan ve milletin aleyhinde çalışan Saray ve Babıali’ye karşı da mücadeleye girişmiştir. Türk milleti Saray’ın ve Babıali’nin ihanetini görünce, ilk maddesi ile hakimiyeti sultanın elinden alarak bizatihi milletin kendisine veren ve ikinci maddesi ile de icra ve yasama güçlerini milletin güçlü eline teslim eden Teşkilat-ı Esasiye’yi ilan etmiştir.”
Saltanatın bir ailenin elinden alınıp, milletin tamamına verilişinin 98. yıl dönümü kutlu olsun!