Bu yazının konusu aslında Sultan Abdülhamid’in korkuları yazıyı okuyunca sarayda kadına verilen değeri görecek ve yazının asıl konusundan uzaklaşacaksınız.
Sultan II. Abdülhamid, son derece vehimli bir yapıya sahipti.
Amcası Sultan Abdülaziz’in şüpheli ölümü ve ağabeyi V. Murad’ın tahttan indirilmesi sürecinde gördükleri ve yaşadıkları korkularını artırmıştı. O, amcası ve ağabeyi gibi kendisinin de bir gün tahttan indirileceğini düşünüyordu. Onu hayatında en çok rahatsız ve meşgul eden konulardan biri ölme ve öldürülme korkusuydu. Bu korku nedeniyledir ki kendisini Yıldız Sarayı’na kapatmış 33 sene hiç dışarı çıkmamıştı.
Abdülhamid devrini görmüş devlet adamlarından Süleyman Kani İrtem, Sultan II. Abdülhamid’in vehimli ve şüpheci yapısını şöyle açıklamaktadır:
“Sultan II. Abdülhamid’in sözlerinde, sükûtlarında, dudaklarının hareketlerinde, vücudunun birden kımıldayışlarında, ürpermelerinde, yüzünün kararırcasına sararmasında, gözlerinin parlayışlarında ve donuklaşmalarında bütün ruhuna yalnız bir duygunun hâkim olduğu fark edilebilirdi: Korku! Sebepsiz, mantıksız, şifa bulmaz bir korku! Gördüğü, geçirdiği haller, vakalar onu etrafındakilerden, herkesten itimatsızlığa sevketmişti. Bu itimatsızlık onun devrini bir ‘korku saltanatı’ haline getiren en kuvvetli sebeplerden biri olmuştur.
Sultan II. Abdülhamid her toplantıda kendisine bir suikast tertip edileceğini, aleyhinde bir pusu kurulacağını, hiç olmazsa sözler konuşulacağını zihnine yerleştirmişti.”
Yıldız Sarayı Üçüncü katibi İsmail Müştak Mayakon, görevi gereği Sultan Abdülhamid’in yakınında yer almış, tutum ve davranışlarına tanık olmuştur. Bu sebepledir ki, Müştak beyin anıları sarayda olup biteni anlamamız adına önemli bir kaynaktır. Ben de bu hatıratın bazı kısımlarına Derin Sultan Abdülhamid kitabımda yer verdim.
Müştak Bey II. Abdülhamid’in sürekli bir öldürülme korkusu içinde olduğunu şöyle anlatmaktadır:
Müştak Bey’in anlattıkları bizi konumuzun dışına çıkarıyor. Sultan Abdülhamid’in öldürülme korkusunu bir kenara bırakıp sarayda kadının yeri ve değerine odaklanıyoruz. Burada bir hakaret veya iftira kesinlikle yoktur. Sultan II. Abdülhamid bir ilaç içeceği zaman önce haremden bir kadına veya köpeğe içirtmiştir. İlacın yan etkisi olup olmayacağı kadın veya köpek üzerinde denemiştir. Bir şey olmazsa kendisi de ilacı içmiştir. Müştak Bey, sarayda görev yaptığı sürede buna şahit olmuş ve bunu hatıralarına geçirmiştir. Bu hatıra bizlere maalesef sarayda haremdeki bir kadının kıymetinin bir köpekle eşdeğer olduğunu göstermektedir.“Sultan Hamit, yediği içtiği şeylerin sıhhi veya gayri olmasından ziyade, emniyetli veya emniyetsiz eller tarafından hazırlanmış olmalarına ehemmiyet verirdi. Aşçıbaşısının mahir olması değil, sadık olması lazımdı. Yağın veya sütün, suyun veya kahvenin içinde bulunabilecek mikroplardan ziyade bunlara bir düşman elin katabileceği zehirlere bakardı. Onun içindir ki su, Karakulak menbaından gelirdi. Menbaı geceli gündüzlü iki tüfekçi beklerdi. Fakat Sultan Hamid, tüfekçiler tarafından vurulan damgaları değil, kendi sürahisinde ikinci kilercisi ve has adamı Hüseyin Bey’in mührünü görmek isterdi.
Sultan Hamid’in bir berberbaşı vardı. Bu adam tâ şehzadeliğinden beri yanında bulunan güvenilir bir emektar idi. Fakat bu berber Sultan Hamid’i tıraş ederken ya başkatip, yahut bir muhasip hazır bulunurdu. Sultan Hamid tıraş olurken bunlarla konuşurdu, fakat asıl maksat bu makas ustura oyununda velev pek emniyetli olsa dahi berberbaşı ile yalnız kalmamaktı. Sultan Hamid sakalını bizzat kendisi düzeltirdi. Berberin yanlışlıkla makası derin vurarak sakalının biçimini bozmasından korkardı, fakat bunun hakiki sebebi sakal ile gırtlak arasındaki mesafenin kısalığı idi. Nihayet berberbaşı da bir adamdır, onunda çıldırması yahut düşman oluvermesi ihtimali vardır. Makasın ucunu gırtlağına sapladı mı mesele tamamdır. Bu fantezi kabilinden bir mütalaa yahut hakikatten uzak bir ihtimal değildir. Ölümüne kadar hemen her gün temas etmekte olduğum Tahsin Paşa bunu bizzat bana söylemiştir. Ne yazık ki Tahsin Paşa buna benzer birçok garipliklere vakıf olduğu halde birçok ısrar ve ricalarıma rağmen bunları hatıratına geçirmemiştir.
Sultan Hamid’in doktorluğa itimadı vardı. Sarayda mükemmel bir eczane ile farklı branşlarda doktorlar vardı. Tıbbın ilerlemesini alaka ile takip ederdi. Tıbbiye Mektebi’nden kudretli hekimler yetişmesini samimi olarak arzu ederdi. Eğer genç doktorlarımızın Avrupa’da muhalifleriyle düşüp kalkacaklarından korkmasaydı, her sene Avrupa’ya tahsil için bir çok talebe gönderebilirdi. Böyle olmakla beraber saray eczane yapılan ilaçlardan kullanmazdı. Zehrin de ilaç yerine verildiğini, ölçüsü fazla kaçırılan zehirli bir ilacın ölümüne sebep olabileceğini düşünürdü. PEK MECBUR KALDIĞI ZAMAN İLACI EVVELA BİR KÖPEĞE VEYA HAREMDEKİ KADINLARDAN BİRİNE İÇİRTİR SONRA KENDİSİ İÇERDİ. Sultan Hamid Beylerbeyi sarayında muhafaza altında iken hastalanmıştı. Hükümet kendisine tedaviye Akil Muhtar Bey’i memur etmişti. Sultan Hamid’in hayatı ne kadar sevdiğini, daha doğrusu saltanat ümitleri tamamıyla zail olduğunda bile etrafında suikast tehlikeleri görerek, fikren ne kadar rahatsız olduğunu şundan anlayabiliriz ki, Doktor Akil Muhtar Bey hasta için yazdığı ilaç kaşelerinden bir tanesini Sultan Hamid’in gözü önünde yutmadıkça ihtiyar hasta bu ilaçları kullanmaya razı olmamıştı.”