Sultan II. Abdülhamid, kardeşlerinden en çok Vahdettin’i sever, Sultan Reşad ve ağabeyi V. Murad’dan pek hoşlanmazdı. Bunda, Vahdettin’in kendisinin yerine tahta geçme ihtimali bulunmaması ve yaptığı hafiyelik hizmeti etkili olsa gerektir. Süleyman Kani İrtem, Sultan II. Abdülhamid’in şehzadelerin durumu hakkında kendisine jurnaller veren Vahdettin’e pek iltifat ettiğinden, onu her gelişinde huzuruna kabul buyurduğundan, Vahdettin’in de hafiyelik hizmeti karşılığında her ay yüksek ödenek aldığından bahsetmektedir.
Yine İrtem’den edindiğimiz bilgilere göre Abdülhamid, bütün şehzadelerin de saraylarında ve dairelerinde gözetleme memurları bulunduruyordu. Şehirde dolaşamayan şehzadeler araba ile Yıldız parkında yahut köşklerin etrafında, köy ve kırlarda gezebilirlerdi. Ramazanda camilere giderlerse de, halkla görüşemezlerdi. Rumeli tarafında oturanlar Anadolu sahiline, Anadolu tarafındakilerde Rumeli sahiline geçemezlerdi. Bu yasak, yalnız denizciliğe merakı olan Tevfik Efendi için geçerli değildi. Şehzadelerin lalaları efendilerinin gittikleri yerleri Sultan II. Abdülhamid’e bildirmekle mükelleftiler. Abdülhamid gözetim altında tuttuğu Yusuf İzzettin Efendi’nin Zincirlikuyu’da ki köşkünün karşısına bir karakol yaptırmıştı. Çok sıkı gözetim altında tutulan şehzadelerden biri de Sultan Murad’ın oğlu Selahaddin Efendi idi. Mabeyn katiplerinden Hakkı Bey, İsmail Müştak Mayakon’a yolda rastladıkları şehzadeyi gösterip, “İste Selahaddin Efendi budur.” dedikten sonra şu sözleri söyleme gereği duymuştu: “Aman ne ben söylemiş olayım, ne sen işitmiş ol.”
Sultan II. Abdülhamid, hoşlanmadığı iki kardeşinin isimlerinin kullanılmasını bile yasaklamıştı. Murad yerine Mir’ad, Reşat yerine Neşet isimleri kullanılırdı.
Halit Ziya Uşaklıgil bu konudan söyle bahsetmektedir:
“Reşat Efendinin sade kendisinden, gölgelerinden değil, adından bile ürkülürdü. Abdülhamît böylece adlarından ürkülen iki birader arasında idi; ne Murad, ne Reşat denebilirdi, hattâ kendi adından bile ürkülürdü. Hamitler, Hamdi ya da Hâmit olmuştu, Murad’lar Mir’at, Reşat’lar Neşet adlarını almışlardı; o tarihlerde sicille Hamit, Murad, Reşat adlarıyla yeni doğmuş çocuk kaydedildiği belki hiç olmamıştır.”
Sultan II. Abdülhamid’in Sultan Reşat üzerinde büyük baskı uyguladığı inkar edilemez bir gerçektir. Sultan, Reşad Efendi’nin bir baskınla deniz tarafından aşırılarak tahta çıkarılması ve ansızın ona biat olunması ihtimalini daime göz önünde bulundurduğu için, Beşiktaş Sarayı’nın deniz kısmını çok sıkı gözetime tabi tutardı.
İsmail Müştak Mayakon, Sultan II. Abdülhamid’in gözündeki Reşat Efendi figürünü şöyle tanımlamaktadır:
“Sultan Hamid devrinin tarihinde Reşad Efendi başlı başına bir fasıldır ve diyebilirim ki fasılların en mühimidir. Çünkü Sultan Hamid’e göre veliaht demek, tahtın arkasında gizlenen ve onu bıçaklayıp yahut herhangi bir surette bu tahttan atıp onun yerine geçmek isteyen bir adam demekti. Onun birçok düşmanlarına mükabil bir tek rakibi vardı, o da Reşad Efendi idi. Bütün düşmanları onun hayatına kast ettikleri için bu düşmanların en başında Reşad Efendi’yi görüyordu. Çünkü düşmanları muvaffak olursa tahta Reşad Efendi geçecekti. Binaenaleyh içerde ve dışarda ne kadar düşman varsa hepsi Reşad Efendi hesabına çalışıyorlar demekti. Kafasının içinde, gözünün önünde, gündüzün hülyasında, belkide geceleri rüyasında Reşad Efendi fikri sabit olmuştur. O kadar ki, Reşad ismini işitmeye bile tahammülü kalmamıştı. Bütün Reşad adlıların Neşet diye yazılması bundan dolayıdır. Nasıl ki, Murad’lar Mir’at olmuştu.”
Sultan II. Abdülhamid’in bu düşüncesini abartılı bulan Mayakon ve şöyle devam etmektedir:
“Peki, Sultan Hamid’in bu düşüncesi, bu kanaati, bu kini yerinde bir şey miydi? Reşad Efendi hakikaten Osmanlı tahtına bir an evvel geçmek için entrika yapan, dahil de ve hariçte kendine taraftar kazanmaya çalışan bir prens mi idi? Hayır, hiç de böyle değildi? Gerçi Reşad Efendi’nin yüreğinde bir saltanat sevdası yaşadığı kabul olunabilir, hatta bazı mensuplarının padişah adamı olmak arzusuyla bir takım gizli işlere karışmış olmaları ihtimali de vardır. Fakat bizzat Reşad Efendi’nin bu kabil gizli tertibata girmiş olmasını akıl kabul edemez. Çünkü bir defa Reşad Efendi yaradılış itibariyle gevşek, enerjiden mahrum bir adamdı. Onun meyli, dünyadan ziyade ahirete idi. Son derece kaderci, ve mütevekkil bir ruhu vardı. Azim ve irade kuvveti çok zayıf idi. O vücut yürümek, kımıldamak, mücadele etmek, çarpışmak için değil, oturmak, murakabeye dalmak, uyuşmak, kaza ve kadere razı olmak için yaratılmıştı.”
O dönemde Reşad Efendi ile bırakın görüşmek, bulunduğu yerin yakınından geçmek bile çok tehlikelidir:
“Öyle olmuştu ki, Reşad Efendi’nin takipçileri ve mensuplarından, tıpkı bir uyuzdan ve bir vebadan kaçar gibi kaçmak hayati bir zaruret haline gelmişti. Reşat Efendi’yi saltanat makamında gördüğüm zaman otuz küsür yıllık baskıdan onu hala az çok zinde bulduğuma şaşmıştım. Bu adamcağızın çektiğine ne demir dayanırdı, ne de granit. Sultan Hamit, Reşad Efendi’yi o kadar yıldırmıştı ki saltanatının başlangıcından, Sultan Hamid’in ölümüne kadar tahttan indirilen Sultan Hamid’e karşı ihtiyat ve saygı içinde yaşamıştı.”
Reşad Efendi’nin göz hapsi altında nasıl bir hayat yaşadığını Süleyman Kani İrtem’den dinleyelim:
“Reşad Efendi, canı istedikçe Beşiktaş sarayındaki dairesinden arabaya biner, Zincirlikuyu’ daki kendisine tahsis edilmiş köşke girer, akşama kadar orda durarak avdet eylerdi (geri dönerdi). Fakat saraydan çıkar çıkmaz Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa’nın bir tarassut (gözetleme) memuru da beygirine biner, uzaktan ‘büyük efendi hazretlerinin’ arabasını takip eder, onun köşke muvasalatında hayvanını bir tarafa bırakarak tarassutta devam eylerdi, avdette de böyle takipte bulunurdu. Veliaht’ın hareket, gidiş ve dönüş saatleri bu memur tarafında Hasan Paşa’ya bildirilir, o da her defa Sultan II. Abdülhamid’e arz ederdi. Veliaht Zincirli köşkünden giderken civardaki süvari askeri karakolunca da muvasalat ve müfarakati (gidiş ve dönüşü) zapt ve kaydolunur, o akşam Padişaha bildirilir, Hasan Paşa’nın arzı bu suretle kontrol edilirdi. Veliaht sarayına hariçten kimse giremez, saray halkı da hariçle ihtilat edemezdi. Veliaht, Zincirli köşkünden başka köşklere gitmeye, Beyoğlu’nda Boğaziçi’nde tenezzüh eylemeye (gezmeye) mezun değildi.”
İsmail Müştak Mayakon’da bu konuda İrtem’le aynı fikirdedir:
“Karadan, denizden, içerden dışardan cins cins, derece derece muhasara kordonlarıyla kuşatılan Beşiktaş Sarayı’nın artık bir hapishaneden, Reşad Efendi’nin de bir iki saat nezaret altında dolaşmasına müsaade edilen bir mahpustan farkı yoktu. Abdülhamid’in en sadık ve mutemet adamlardan adamlarından Müşir Hasan Paşa’nın idaresinde tevdi edilen bir Beşiktaş muhafızlığı sağda Sultan Murad’ın oturduğu Çırağan Sarayı’nı, solda Veliaht Dairesini’ni tarassuda memur idi. Ali Suavi Vakası’nda yararlılığıyla Sultan Hamid’e kendini tanıtmış olan Hasan Paşa bu meselelerde şakaya yahut merhamete gelir adamlardan değildi. Deliliğinden dolayı hal edilen Sultan Murad’ın aklını başına getirmemek, Veliaht olduğu için saltanat makamına göz koyan Reşad Efendi’yi tek başına bıurakmak, işte Hasan Paşa’nın polisleri, jandarmaları, gizli, açık sürü sürü hafiyeleri hep buna çalışırdı. Sultan Reşad Çırağan Sarayı’nın bahçesine bile çıkamazdı. Reşad Efendi yalnız Balmumcu Çiftliği’ne gidebilirdi. Ancak Sultan Murad git gide bir tehlike olmaktan çıkmıştı. Millet onu unutmuştu. Bahusus (özellikle) hazır el altında akıllısı varken deliye bel bağlamak uzak bir ihtimaldi.”
Abdülhamid’e bağlı hafiyeler Veliaht Reşad Efendi’nin nerelere gittiğini, kimlerle hangi sıklıkla görüştüğünü, hatta kimlerle selamlaştığını bile günü gününe Sultan II. Abdülhamid’e rapor ederlerdi.
Bu konuda verilen bazı jurnaller şu şekildedir:
“Salı günü Reşat Efendi hazretleri kupa arabasiyle saat dörde çeyrek kalarak Akaretlerden Nişantaşı yoliyle hareket ederek ve akşam saat onikiye beş kalarak fayton ile aynı yoldan daire-i âlilerine geldikleri ve Kemaleddin Efendi hazretleri dahi bir tarafa hareket etmediği maruzdur. Ol babda emrü ferman şevketmeap efendimiz hazretlerinindir.
Tüfekçi Kulları İbrahim Edhem, Yusuf Haydar”
***
“Neşet Efendi (Reşat) bugün Ihlamur tarikiyle Zincirliye gidip akşamüstü Nişantaşı tarikiyle avdet esnasında Sadrazam Paşaya tesadüf edip selâm vermeden geçmişler iseler de badehu damadı yaveran-ı hasreti şehriyarilerinden Mehmet Âli Beye tesadüf edip selâmlaştıkları, sadrı esbak Said Paşa bugün mahdumu ile beraber konaklarından çıkıp araba ile Taksimde Yunan kançıları karşısında Liyon Rozental nam mefruşat mağazasına girip on dakika kadar durduktan sonra çıkarak Şişli ve Darülaceze caddeleri yolu ile avdet etmekteler iken inşa edilmekte olan Bulgar mektebi önünde dahi araba ile on dakika tevakkuf ettikleri ve hini avdetlerinde Neşet Efendiye tesadüf etmişler ise de selâm verdikleri görülmediği memur kullarınızın ihbarı üzerine maruz.
Yaveri Hususî Hazreti Şehriyarileri Süvari Mirlivası Abdi Memlükleri Çerkeş Mehmet.”
Yalnız Veliaht Reşad Efendi değil, ona yakın isimlerde sıkı takip altındaydılar. İrtem’in aktardığına göre, Veliaht dairesinden hiç kimsenin Yıldız’a ayak basmasına müsaade edilmezdi. Bunlar aforoz edilmiş gibiydiler, kimse kendileriyle temas ve münasebette bulunmazdı. Saray adamlarının bunlara selam vermesi kendilerine akla gelmez akıbetler hazırlardı. Reşad Efendi’nin adamlarından birine yolda rastlamak bile bir bela idi. Ağız açtırılmaz, sebep anlatmaya vakit bırakılmazdı. Reşad Efendi’nin Beyoğlu’ndaki terzisinin dükkanına bile gidenler şüpheli diye takip edilirlerdi.
İsmail Müştak Mayakon, Abdülhamid devrinin en iğrenç yarası ve en çirkin yüzkarası olan jurnalciliğin en bereketli ve feyizli toprağını Reşad Efendi meselesinde bulduğunu söylemektedir. Bu nedenle öncelikle Sultan Reşad ile ilgili verilen jurnallerden dolayı yaşanan mağduriyetlerden bahsetmek uygun olacaktır. Mayakon sürgün yerlerini dolduranların yüzde sekseninin Reşat Efendi’yle münasebet jurnaliyle sürülenlerin oluşturduğunu ve mektepli, zabit, memur, genç ve hatta kadın olmak üzere nice nice insanların sorgusuz sualsiz sürüldüğünü söyleyerek kendi başından geçen şu olayı örnek vermektedir:
“Reşat Efendi siyaseti, İstanbul’da tam manasıyla terör siyaseti idi. Bu münasebetle kendi başıma gelen bir vakayı hikaye edeceğim. Yağmurlu bir akşam araba ile saraya geliyordum. Kabataş önlerinde karşı taraftan gelen başka bir araba, benim arabama fena halde çarptı. Çarpışma o kadar şiddetli olmuştu ki, kendimi güçlükle dışarı atabildim. Öteki arabanın da tekerleği fırlamıştı. Bize çarpan arabadan siyah sakallı, kara gözlüklü bir adam çıktı. İkimizde elbirliğiyle arabacılara çıkışmaya başladık. Biraz sonra ben başka bir arabaya atlayarak vazifeme geldim. O gece Başkatip Paşa beni yanına çağırdı. Hayırsever, fakat ciddi bir eda ile o günkü vakayı, o siyah sakallı, kara gözlüklü adamın Reşad Efendi’nin kilercisi olduğunu, bir tehlike atlattığımı, bu yüzden insanların sürülmek ihtimali de olabileceğini söyledi. Filhakika elinizde olmayan bu kabil hareket, başınıza bela getirebilirdi. Çünkü Reşad Efendi’nin yalnız kendisine değil, onunla bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek, uzaktan veya yakından temas edenler hakkında da teftiş siyaseti takip olunuyordu. Bu siyasetin gözü kör, kulağı sağırdı. Buna çarpılmamak bir talih meselesidir.”
Matbuat Müdürü Hafız Bey, Dahiliye Müsteşarı Ahmet Refik Paşa’yı konağında ziyaret etmek için bir araba tedarik etmişti. Bu gidiş gelişte her gün Veliaht Dairesi önünden geçmesi gerekiyordu. Hafız Bey’in arabacısı bir gün kahvede arkadaşlarına “Bizim bey beni tekdir edebilir, ne kovabilir.” diye övününce, arkadaşları sebebini sormuşlardı. Arabacı, hemen her gün Veliaht Dairesi’nin önünden geçtiklerini, bir gün geçerken dizginleri bırakıp arabayı durdurması halinde “Hıfzı Bey Veliaht Dairesi önünde arabasını durdurdu.” diye Sultan II. Abdülhamid’e jurnal gideceğini ve bu durumda Hıfzı Bey’in hapı yutmuş olacağını söylemişti. Bu söz ağızdan ağıza yayılıp Hıfzı Bey’ e kadar gitti ama Hıfzı Bey arabacıyı kovmaya cesaret edemedi.
Süleyman Kani İrtem’in aktardığına göre; bir gün saray bekçibaşısı Osman Ağa, bekçilerden Tahir’in Yıldız’dan Veliaht Dairesi’ne malumat verdiğini Sultan II. Abdülhamid’e arz etmiş, buna fena halde sinirlenen Sultan, soruşturmaya bile gerek görmeden Tahir’in memleketine gönderilmesi emrini vermişti. Ertesi sabah Tahir’in kapısına Beşiktaş zabıtasından iki polis memurları geldi ve ailesini evden çıkarmak istediler. Bu esnada Tahir’in karısı doğurmak üzereydi. Karda kışta bu imkansızlık karşısında Nadir Ağa üç gün müsaade istese de Sultan II. Abdülhamid hiddet ve şiddetle sürgün emrini tekrarlamıştı. Tahir ve ailesi o zamanlar mavna adı verilen bir tekneye konulup, vapura gönderilmişlerdi.Kadın mavnada doğurup kanlar içinde baygın haliyle vapura çıkartılmış, çocuk ise soğuktan ölmüştü. İstanbul nüfus memurlarından Nail Bey, yaptığı işte kanunlara riayet edince, bu durumdan menfaati zarar gören birisinin “Nail Bey, Veliaht Reşad Efendi’nin cariyelerinden birinin kocasıdır” diye bir jurnal nedeniyle, ihbarın doğru olup olmadığı dahi araştırılmaksızın Limni’ye sürgün edilmişti. Ferit Paşa sadaretinde Van Valisi olmuş mülkiye mezunu Reşid Paşa, karısı ölünce bir dostuna mektup yazıp, münasip bir hanım bulup kendisine vekaletle nikahlamasını istemiş; dostu da bu isteği yerine getirmiş bir kadın bulup vekaletle nikahlayarak Paşa’nın yanına göndermişti. Hafiyeler Yıldız’a Reşit Paşa’nın nikahlısının annesinin Veliaht Dairesi’ne gidip geldiğini jurnalleyince Reşit Paşa’nın görevden alınmasına dair irade çıkmıştı. Dahiliye Nazırı Memduh Paşa araya girse de Reşit Paşa tekrar vali olamamış, mutasarrıflık yapmıştı. Üsküdar’da Nuhkuyusu’nda oturan Reşad Efendi’nin kilercisi Sami Bey, cariye getirtmek bahanesiyle evinde toplantılar yapıldığı konusun jurnallenince, Üsküdar Mutasarrıfı Hamdi Bey tarafında tutuklanmıştı. Yapılan soruşturmada Sami Bey’in evine ekmekçi ve sebzeci gibi esnaftan başka kimsenin gidip gelmediği anlaşıldı. Buna rağmen Sami Bey’in tutukluluğu devam etti. Hamdi Bey her Cuma günü Sami Bey’in tutuklu bulunduğunu saraya, Başkatip Tahsin Paşa’ya aktarıyordu. Buna rağmen Sami Bey’in mahkumiyeti iki yıl sürmüştü.
Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa anılarında, Şehzade Reşad’ın Mevlevi tarikatına mensup olması nedeniyle Konya’da ki Çelebi Efendi’nin ve bütün Mevlevilerin gözetim altında tutulduklarından bahseder. Bir Ramazan günü Konya Valisi saraya gönderdiği şifreli telgrafta, Konya Mevlevi dergahının aşçıbaşısının İstanbul’a hareket ettiğini yazmış, Tahsin Paşa bir aşçıbaşının seyahati gibi basit bir meselenin şifreli telgrafla bildirilmesini hayretle karşılamıştır. Reşad Efendi’nin isminin geçmesi bile istenmeyen sonuçlar doğurabiliyordu. Bir gün zavallının biri cebinde kibriti kalmadığı için vapurda karşısında oturan tanımadığı bir adamın sigarasını yaktığından dolayı jurnal edilmiş ve sorgusuz sualsiz sürülmüştü. Sürülme nedeni, sigarasını yakan adamın veliaht Reşat Efendinin dairesinin hademelerinden biri olması idi. Şeyhülislâm Cemalettin Efendi bir tarihte Viyana’dan bir avize getirtmişti. Avizenin faturası Reşat Efendi isminde bir komisyoncu adına düzenlenmişti. Bunu gören gümrük memurlarından biri bir jurnal yazarak, Veliaht Reşat Efendi’nin Viyana’dan bir avize getirterek Şeyhülislâm Efendi’ye hediye ettiğini arz etmişti. Cuma namazı sırasında Sultan II. Abdülhamid hiçbir lüzum ve münasebet yokken avizeden bahsedince durumu biraz anlayan Cemalettin Efendi, Cuma selâmlığından sonra avizeyi kâhyası ile Sultan II. Abdülhamid’e takdîm etmişti. Bunun üzerine Sultan kâhyayı yüksek bir atiyye ile mükâfâtlandırmış, bunu duyan Cemalettin Efendi kâhyaya “Bizim avize ışık verdi”diye lâtife etmişti. Daha sonra yapılan tahkikatta avizenin Reşad isminde isminde bir komisyoncu tarafından getirildiği anlaşılmıştı. Tahsin Paşa, veliaht Reşad Efendi ile münasebet şöyle dursun, onunla adaş olmak dahi caiz olmadığından Reşad adlıların “Neşet” diye çağrıldıklarının o devri idrak etmiş olanlar tarafından bilindiğini söylemekte ve Şeyhülislamın Sultan Reşad gibi her hareketi gözetim altında tutulan birinin semtinden gelecek rüzgardan bile korkarken, ondan hediye kabul etmesinin mümkün olmadığını belirtmektedir.
Görüldüğü üzere dönemin pek çok tanığı o günlerde “Reşad” adlıların nüfusa “Neşet” diye kaydedildiğini ifade etmekte, hatta Abdülhamid’e en yakın isim olan Tahsin Paşa bile “Reşad” isimlilerin “Neşet” diye çağrıldığını belirtmektedir. Gerçek şudur ki, Abdülhamid devrinde bütün “Reşad”lar “Neşet” olmuştur.
Kaynaklar:
Süleyman Kâni İrtem, Abdülhamid Devrinde Hafiyelik ve Sansür, (Haz: Osman Selim
Kocahanoğlu), İstanbul 1999.
Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, 1969.
İsmail Müştak Mayakon, Yıldız’da Neler Gördüm, İstanbul 2010.
Tahsin Paşa, Sultan II. Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları, İstanbul 1999.
Faiz Demiroğlu, Abdülhamit’e Verilen Jurnaller, İstanbul 1955.
Cevdet Kudret, Abdülhamit Döneminde Sansür I.