Türkiye; içinde yaşayanların yaşadıklarını anlamaya çalışmayı bıraktığı, içinden sıyrılıp dışarıdan bir gözle bakabilenlerin de aslâ anlayamayacağı bir ülke hâline geldi.
I.Dünya Savaşı'ndan her köşesi bilfiil işgâl edilmiş, bağımsızlığını yitirmiş küçük bir toprak parçası elinde kalmıştı. Böyle bir ortamda millî mücâdele döneminin kahramanları, bütün imkânsızlıklara rağmen, Türk varlığını Anadolu’da daim kılmak ve yıkılan Türk devletini yepyeni bir anlayışla yeniden inşa etmenin mücâdelesine girişip zafere ulaştılar.
Eğitimli-eğitimsiz yaklaşık üç neslini yıllardır süren savaşlarda kaybetmiş, tarım, sanayi gibi alanlarda çalışacak nüfus sıkıntısı yaşayan genç bir ülkeydi.
Türk ulusunun hak ettiği yerde olabilmesi için dönemin şartları ve ruhunu gözeterek, geleceği şekillendiren birçok devrimin hayata geçirilmesi zorunluluğunu idrak eden bir anlayış hâkimdi.
Bu nedenle geçmişteki hatalardan ders alınarak bir kişinin değil, milletin hâkimiyeti esas alınmış ve her şeyin üzerinde görülmüştü. Eğitim, bilim, liyakat ve adalet hızla tesis edilmek istenmişti.
Ellerimizle tekerrür ettirdiğimiz tarih...
***
Bugün geçmiş zaman ekini cümlelerimizde sıkça kullanmaya başladıysak bunun sebebi, tarihi kendi ellerimizle tekerrür ettirmemizdendir.
150 yıl önce Osmanlı’yı yıkıma götüren hangi hatalar varsa bugün biz aynısını, hatta daha da fazlasını yapıyoruz.
Tek adamdan alınıp millete verilen hâkimiyet iradesi bugün fiilî olarak yine tek adama verilmiş vaziyette. Peki ya milleti temsil eden vekiller?
Milletvekillerini belirleyen gerçekten halk iradesi mi, yoksa bir kişinin (parti lideri) karar verip seçtiği kişileri, bunları seçeceksiniz iradesi mi?
Sosyal devletten şirket(ler) devletine dönüşümün kazananı kim, kaybedenleri kim?
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kurduğu liyakat yerine, bugün inşa edilen kayırmacılık (nepotizm) düzeninde, Yağma Hasan’ın böreği gibi talan edilen ülke ve gelecek kimin?
Bir yanda neredeyse yaşı kırka kadar çıkan milyonlarca diplomalı, vasıflı işsiz genç, ana-baba eline bakmaya muhtaç kalmış durumda.
Diğer yanda kendisine özel açılmış kadrolarla iş güç sahibi olmuş kişiler ve sahte diplomalılar, ülkenin en az dört beş kurumunu idare ediyor.
Peki, heba edilen o insanlar kimin?
Milyonlar, asgari ücret adı altında açlık sınırına mahkûm düzende çalışırken bol sıfırlı maaşa ek, bizim cebimizden alınan huzur hakkı ödenekli beyler, ağalar, hanımlar ile eşit miyiz?
Eşit misiniz?
Kışlaya, camiye, mektebe siyaset sokulmaz denirken, kışlada, camide, mektepte yapılan siyasetin bedelini ödeyen ülke, kimin ülkesi?
Gizli maddelerinin 2023’te açıklanacağına inanıp Lozan’ın şifrelerini çözenler, Lozan’da yedi düvelle edilen en büyük kavganın kapitülasyonların kaldırılması için verildiğini söylemezken bugün, kapitülasyon ile eşdeğer imtiyazları yedi düvele, bağımsızlık için mi veriyoruz?
Dünya geleceğin savaşları su için olacak diye ayağa kalkmış durumda. İklim mülteciliği kapımızda, Türkiye hızla kuraklaşıp çölleşiyor. Bütün bu gerçekler ortadayken su kaynaklarımızın yönetimi için kimlere yetki veriyoruz?
Madenlerimizi belli bir yüzde karşılığında, kendi ülkesinde bir tane ağacı kesemeyenlere yurdumuzda kesilmedik ağaç bırakmamacasına peşkeş çekenlere niçin verdik? Limanlar, otoyollar, köprüler, Cumhuriyet döneminde kurulan fabrikalar, telekomünikasyon, tarım gibi stratejik önemi haiz alanlarda devletimiz yöneten, yönlendiren iken ve öyle kalmak yerine neden hep ücretini ödeyen taraf hâline geldi?
Ya Türkiye’yi kuranlar bağımsızlık nedir bilmiyordu, ya da bağımsızlığa yeni bir tarif yapıldı biz nedir bilmiyoruz. Ne dersiniz?
Yıkılmak üzere olan Osmanlı bile nüfus ve iskân konusunda hâkimiyetini hiçbir zaman yitirmemişti.
Genç Cumhuriyet planlı, uzlaşılı nüfus mübadelesi yaparken bile ülkenin dilini, demografisini, kültürünü, ekonomisini bozmayan adımlar atmayı başardı.
Peki ya biz?
Milyonlarca sığınmacının maddi ve manevi yükünü ne uğruna çekiyoruz? Demografimizi, dilimizi, kültürümüzü ne uğruna değiştirtiyoruz? Bugünlerde yine içimizde hortlayan Türk ve Türkçe düşmanlığı kimlerin avuçlarını ovuşturuyor?
Eğitim sistemimiz paralı hâle geldi. Sağlık sistemimiz paralı hâle geldi. Emeğimizin karşılığı olan ücretler açlık sınırlarında. Bir mahkemenin bir başka mahkemenin kararını tanımadığı adaletten adı-Alet’e dönüşmüş hukuk sisteminde debeleniyoruz. Düşmanları bıraktık, cehaleti bıraktık hattâ yel değirmenlerini bile bıraktık önce kendimizle, sonra da gölgemizle kavga ediyoruz.
Kavgadan fırsat bulursak Nahcivan’dan başlayıp, Akdeniz’den dolaşıp Bulgaristan’a kadar sınırda bekleyen yedi düveli inşallah görebileceğiz.
Kim bilir, belki içimizde çöreklenmiş, kanımızı emen dili çatallı, yedi başlı iblisleri de görebiliriz.