İlk kez 2004 yılında Ralph Keyes tarafından kullanılan “Post-truth” sözcüğü, bugün gerek batıda gerekse ülkemizde pek çok kişi tarafından kullanılıyor. Gelgelelim, bu sözcüğün ne anlama geldiği konusunda bir uzlaşı sağlanabilmiş değil. Üstelik sözcüğün Türkçeye nasıl çevrileceği konusunda bile tam manasıyla bir kargaşa söz konusu. “Gerçeklik ötesi” mi diyeceğiz, “gerçeğin bükülmesi” mi, yoksa “hakikat sonrası” mı?
En doğru çevirinin hangisi olduğunu şimdilik bir kenara bırakalım. Çünkü evvela sözcüğün ne anlama geldiği konusunda mutabık olmamız gerek. En az Osmanlı Devleti kadar köklü bir geçmişi bulunan Cambridge Üniversitesi, “post-truth” sözcüğünü bir sıfat olarak şöyle tanımlıyor: “İnsanların olgusal gerçeklere dayanan argümanlardan ziyade, kendi duygu ve inançlarına dayanan argümanları kabul etmeye daha eğilimli olmasıyla ilişkili.”
Dr. Öğretim Üyesi Ahmet Güven, kısmen haklı bir şekilde bu tanıma itiraz ediyor. Duygu ve inançlar tarafından belirlenen kamuoyunun yeni bir durum olmadığını, zaten insanlık tarihindeki pek çok kamuoyunun tam da bu şekilde oluştuğunu öne sürüyor. Dolayısıyla Oxford ve Cambridge üniversitelerinin yaptığı benzer tanımlara, sözcüğün “post” kısmını açıklayamadıkları gerekçesiyle şerh koyuyor.
Ahmet Güven, argümanını şu basit örnekle destekliyor: Nazilerin oluşturduğu kamuoyu, olgusal gerçekler tarafından mı belirlenmişti? Yahudi soykırımına kitlesel bir destek verilmesi ve Hitler’in milyonları arkasına alması, olgusal gerçeklerin bir sonucu muydu? Yahut şöyle sormakta fayda var: Pek çok sosyal bilimcinin yaptığı gibi, ABD’de Trump’ın iktidara gelişini post-truth kavramı ile açıklayacaksak, Hitler’in iktidara geliş hikâyesini nasıl izah edeceğiz? Aradaki fark tam olarak nedir?
Güven, “post-truth” sözcüğünün doğrudan sosyal medyayla ilişkilendirilmesi gerektiğini savunuyor ve şöyle ekliyor: “Post-truth”, yalnızca gerçekliğin çarpıtılması ile ilgili bir kavram değildir. “Popülist söylemlerin destek toplaması” ya da “yalan haberlerle kamuoyunun yönlendirilmesi” anlamlarına da gelmez. Post-truth, “hakikati arama arzusunun yitimidir”. Toplumun, hakikati öğrenmek için gerekli arzuyu hissetmemesi ve gerekli takati göstermemesidir. Bu arzu yitimi de elektronik (sosyal) medyanın epistemolojisinden kaynaklanmaktadır.
Ahmet Hoca’nın eleştirilerine büyük ölçüde katılıyorum, ancak benim de eklemek istediğim birkaç husus var. Pandeminin bir sonucu olarak, son dönemde ayyuka çıkan aşı tartışmalarını ele alalım mesela. Çoğunluğun bilime güvenerek aşı olmayı tercih ettiği bir ortamda; azınlıkta kalan ama yine de direnmeye devam eden aşı karşıtlarının, “hakikati aramak” gibi bir arzu taşımadıklarını iddia edebilir miyiz? Bence edemeyiz; tam aksine, doğruluğu son derece şüpheli pek çok görsel, tablo, grafik, istatistik ve doktor beyanı paylaşmak suretiyle, belki de biz aşı yanlılarından çok daha fazla efor harcıyorlar “kendi hakikatlerine” ulaşmak için. Buradaki temel sorun; dijital dünyada neredeyse her görüşü destekleyen, güçlendiren, “sözüm ona” kanıtların mevcut ve erişilebilir olması. (Dünyanın düz olduğuna dair sözüm ona kanıtlar da dâhil.)
Evet, insanlığın hakikati arama arzusunu büyük ölçüde yitirdiğine ben de katılıyorum. Ancak bu arzu yitimi tembellikten ya da konfor arayışından ziyade, hakikatin sonsuz sayıda kopyalanmış olmasından kaynaklanıyor. Pek çok insan, kendi duygu ve inançları ekseninde bir hakikate ulaşma çabasında. Aradığı hakikate ulaşamadığında ise onu “üretme” yolunu tercih ediyor. Sonuç olarak, üretilmiş en absürt argümanlar bile fanatik bir grup tarafından sahipleniliyor ve “hakikat” ilan ediliyor.
Şayet insanlar, kendi duygu ve inançlarına uygun düşen argümanları hakikat belleme eğilimindelerse, üstelik o yönde sonsuz sayıda kanıt bulup üretebiliyorlarsa; “tekil ve nesnel hakikate” dair çileli arayışlara girmenin bir manası var mıdır? Evet, postmodern dünyada sorulması gereken soru bence budur. Nitekim Foucault ve Derrida gibi filozofların çıkış noktalarının da burası olduğuna inanıyorum.
Hakikatin mütemadiyen çoğaltıldığı bir ortamda, “hakikati arama arzusunu” yüceltmek pek de mantıklı gelmiyor bana. Sanırım esas yüceltilmesi gereken şey, arayışın varlığı değil, yöntemi. Hakikate ulaşmaya çalışırken kişisel duygu ve inançlarımızı olabildiğince bastırmamız gerekiyor. Resmî kurumların açıklamalarından şüphe duyduğumuz kadar, kendi duygu ve inançlarımızdan da şüphe duymalıyız yeri geldiğinde. Çünkü hepimiz toplumsal canlılarız ve zihinlerimizdeki bütün düşünceler -en aykırı olanlar bile-, toplumsal ilişkilerimizin birer ürünü.
Şüphe oklarını her daim kendi ön kabullerimize yöneltmezsek, internetten herhangi bir “sözde veriyi” çekip çıkarabilir, böylece aklımıza yatan her türlü argümanı hakikat belleyebiliriz. İşte bu durumda, popülizme ya da komplo teorilerine kurban gitmemiz hiç de sürpriz olmayacaktır. Tarih bunun nice örnekleriyle dolu.