Her yıl 24 Temmuz’da Gazeteciler ve Basın Bayramını kutluyoruz. Peki, 24 Temmuz neden ve hangi olaylar üzerine basın bayramı ilan edilmiş bunu biliyor muyuz?
24 Temmuz, Türk basınının Abdülhamit döneminin sansür uygulamalarından kurtulup özgürleştiği, prangalarını söküp attığı gündür. Sansürden kurtuluşun simgesidir 24 Temmuz. Bu yüzden basın bayramı olarak kutlanır.
Sizleri sıkmadan, kısaca anlatıyım.
Basında sansür meselesi, Sultan II. Abdülhamid döneminin önemli özelliklerinden birisi haline gelmişti. Öyle ki siyasi hiçbir yanı olmayan sözcüklere dahi birçok anlam yüklenerek, bunların ne şekilde olursa olsun kullanılması, özellikle suikast, ihtilal vb. iktidar karşıtı olaylara ilişkin yayınlar yapılması yasaklanmış, dizgi yanlışları yüzünden gazeteler kapatılmıştı.[1]
II. Abdülhamid Dönemi’nde basın alanındaki ilk önemli yenilik, tahta geçtikten dört ay sonra yayınlanan 1876 Anayasası’nın 12. maddesinde yer alan ve basın özgürlüğünü yasama karşısında savunmasız bırakan “Matbuat kanun dairesinde serbesttir.” hükmü idi.[2] Teodor Kasap tarafından çıkarılan “Hayal” adlı mizah dergisi, 20 Şubat 1877’de yayınladığı bir Hacivat Karagöz karikatürüyle bu maddeyi hicvetmişti. Karikatürde, elleri ayakları zincirle bağlı Karagöz’e Hacivat “Nedir bu bal Karagöz?” diye sormuş ve “Kanun dairesinde serbesti Hacivat!” yanıtını almıştı. Bu karikatür Hayal’in kapatılmasına ve Teodor Kasap’ın üç hapis cezası almasına neden oldu.[3]
II. Abdülhamid Devri’nde gazeteler ve dergilerle ilgili işlemler Matbuat Müdürlüğü’nce yürütülürdü. Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa Matbuat İdaresine gönderdiği yönetmeliğe göre gazeteleri şu kurallara uymak zorundaydılar:
Her şeyden önce, dünya değer Padişah Hazretlerinin sağlığı, ürünün durumu, memlekette ticaret ve sanayinin ilerlemesi üzerine havadis verilecektir.
Ahlak bakımından yayınlanmasında sakınca olmadığı Maarif Nazırı Paşa hazretleri tarafından tasdik edilmedikçe, hiçbir tefrika yayınlanmaması.
Hepsi bir nüshaya konulamayacak kadar uzun edebiyat ve fen makalelerinin yayınlanmasında, “Mabadı (devamı) Var”, ya da “Mabadı Yarına” sözcüklerinin kullanılmasına müsaade edilmemesi.
Bir makalede beyaz yerler ve noktalar geçilen boş yerler bırakılması, birtakım uygunsuz varsayımlara ve zihinleri karıştırmağa sebep olacağı için, bunlara kesinlikle meydan verilmemesi.
Şahsiyata kesinlikle meydan verilmeyip bir vali ya da mutasarrıfın hırsızlık, yiyicilik, öldürme ya da çirkin bir iş işlemiş olduğu söylenecek olursa, bunun doğruluğunun ispat olunamadığı bildirilerek saklanması ve yayınlanmasına asla müsaade olunmaması.
Vilayetler ahalisinden bir kişinin ya da bir topluluğun, hükümetin yolsuzluğundan şikayetlerinin ve yüce Padişaha duyurulmasını bildiren kağıt ve dilekçelerinin yayınlanmasının kesinlikle yasaklanması.
“Ermenistan” sözcüğü gibi tarih ve coğrafyayla ilgili adların anılması yasaktır.
Yabancı hükümdarlar aleyhinde yapılan suikast girişimlerinin ya da yabancı memleketlerde yapılacak kargaşa çıkarıcı gösterilerin sadık ve kendi halinde ahalimizce bilinmesi uygun olmadığından, bunların herhangibir biçimde ve yolda olursa olsun, kesinlikle yayınlanmamaları.
Bu yönetmelikten gazete sütunlarında söz edilmesi bazı kötü düşünce sahiplerinin yersiz eleştirme ve görüşlerine yol açacağından bundan şiddetle sakınılması.
Dönemin tanıklarından Osman Nuri’nin aktardığına göre Padişah’ın sağlığının iyi olduğu yazılabilirdi ancak hastalığından söz edilemezdi. Avrupa’nın ünlü doktorlarından biri Yıldız’a çağrılacak olursa, gazeteler doktorun sırf Boğaziçi havasını teneffüs etmek üzere geldiğini yazarlardı. 7. ve 8. maddeler, genişletilmeye ve yoruma öylesine elverişli idiler ki, sansür memurları bu maddeye dayanarak “Makedonya, Kanun-i Esasi, hukuk-i millet, Girit, Islahat, hürriyet, müsavat, vatan, cumhuriyet, bomba, dinamik...” gibi pek çok deyim, terim ve sözcükleri yasak etmişlerdi. [4] Ali Şükrü Çoruk, kullanılması yasak kelimeler konusunda devlet tarafından tespit edilmiş ve Encümen’e gönderilmiş bir liste olmadığını, Encümen üyeleri ve memurlarının aşırı hassasiyet göstererek devlet büyüklerinin hoşuna gitmeyeceklerini düşündükleri kelimelere ve cümlelere izin vermediklerini ve bu aşırı tavrın bazı komiklikleri beraberinde getirdiğini ifade ediyor.[5]
Gazeteler sözgelimi, İran’da Kanun-i Esasî ilan olunduğunu, Rusya’da parlamento kurulduğunu yazamamışlar; birer anarşist tarafından öldürülmüş olan devlet başkanlarından Fransa Cumhurbaşkanı Carnot kalp durmasından, Amerika Cumhurbaşkanı Mc Kinley şirpençeden Avusturya İmparatoriçesi de göğüs darlığından ölmüş diye göstermişlerdi. Hüseyin Cahit Yalçın, Sultan II. Abdülhamid Dönemi’nde gazetecilik yapmayı şöyle değerlendirmişti:[6]
“Sultan II. Abdülhamid döneminde gazetecilik iyice güç, tehlikeli bir işti... İp üzerinde cambazlık belki bu kadar ustalık gerektirmezdi.”
Sultan II. Abdülhamid Dönemi’nde bir yazı ya da makalenin yayınlanmadan önce hangi süzgeçlerden geçtiğini Halit Ziya Uşaklıgil’den dinleyelim:
“Sözcüğün tam anlamında, her makale bütünüyle elenerek bütün ruhu, kapsamı, delaleti, altında gizlenebilecek olan kavramı ile muayene edildikten sonra her satırı, ve satırları oluşturan bütün sözcükleri, hatta noktaları ayrı ayrı, birer birer parçalanarak büyülten camlarla incelenirdi. Siz, yazı yazanlar, bu sakınılacak konuları ve sözleri bilmeliydiniz; tarihten, dinden, siyasetten söz edemezdiniz; ilk önce ‘hürriyet, vatan, millet, zulüm, adalet’ gibi elli, yüz sözcük ile başlayan yasak sözcüklerin gün geçtikçe toplamı kabaran yeni kovulmuş eşlerini öğrenmeli ve bunları her zaman hatırda tutarak, kalemin ucuna geldikçe pis bir böcek gibi fırlatıp atmalıydınız. Bir merak sahibi çıksa da eski basımevlerinde böyle muayeneden geçerek kırmızı mürekkeple çizilmiş sözcüklerle kalabilmiş ilk dizgi kağıtlarını gözden geçirse, ‘İstibdat yönetiminde yasak sözcükler kitabı’ diye ne tuhaf bir eser meydana getirirdi. ‘Birader’ diyemezdiniz, bir yandan ‘Sultan Murad’, öbür yandan ‘Reşat Efendi’ vardı; ‘tepe’ diyemezdiniz, Yıldız sarayının bir tepede kurulduğuna anıştırma (telmih) yapmış olurdunuz; ‘sakal’, hele ‘boya’ hemen Padişahın boyalı sakalına işaret sayılırdı; ve böyle yüzlerce, yüzlerce sözcükler vardı ki bir yanından tutulup çekilince uzayan bir lastik gibi Yıldız’a kadar uzatılabilirdi; hatta öyleleri vardı ki, bizler, yazıcılar, acaba niçin yasaktır diye uzun uzun, üç beş kişi bir araya toplanarak, uğraşır, sebebini, hikmetini araştırırdık. Bunun sebep ve hikmeti, herhangi korkak bir memurun, lodostan söz edilmesini burnunun büyüklüğüne bir işaret gibi sayarak alınan kuruntulu adam gibi bir hastanın zihninde doğmuş bir gülünç işkil olurdu. Bakınız, şimdi, şurada burundan söz ettim. Coğrafya kitaplarında bile burundan söz edilemezdi galiba. Okullarda ne yaparlardı bilmem; tarih kitaplarından bütün ‘ihtilal’ ‘isyan’, ‘suikast’ fasıllarını kaldıran Maarif, belki dünya haritasından da burunları kaldırmış, ya da bu sözcüğün yerine başka bir uygununu bulmuştu, mesela ‘çıkıntı’ demişti. Her yazar önceden kestirebildiklerinin çerçevesinde makalesini, şiirini, hikayesini, hatta üç satırlık fıkrasını hazırladıktan, yani kendi kendini eleyip tarayıp eleştirdikten sonra, bunlar dizilir, ve gece geç vakit, inceleme memuruna götürülürdü. Uyku saatlerinde çalışmak, her gece yığınlarla gelen bu basımevi müsveddelerini gözden geçirerek ayıklamak zorunda kalan bu bahtsız adam kimi zaman herhangi bir sorumluluk tehlikesinden kaçınmak için bir makaleyi baştan başa çizer, kimi zaman yeniden uykudan yoksunluğa yol açacak bir ikinci muayeneden kaçınmak için şuradan buradan birkaç satırla yirmi otuz sözcüğü kaldırarak kırmızı kalemiyle bunlardan boş kalan yerleri doldururdu. Böylece, memur, yazarın bir ortağı olmuş olurdu. Boş kalan yerler herhalde doldurulacaktı; bir makalenin, bir satırın, bir sözcüğün boş bir yer bırakması okuyucuların türlü varsayımlara kalkışmasına yol açardı, ve belki de bu varsayımların kapsamı, kaldırılan metnin sınırından daha ileriye gidebilirdi. Hatta yazar, yazısında gerektikçe iki parça arasına bir dizi nokta bile sıralayamazdı...”[7]
Sultan II. Abdülhamid, bazı teknik gelişmeleri, kuşku yüzünden yasaklamıştı. Sözgelimi “dinamo” sözcüğü “dinamit” sözcüğüne çağrışım yaptığı için ‘memleketi elektrik nimetlerinden yoksun bırakmıştı.[8]
Osmanlı’da elektrikle aydınlanma ve telefon tesisatı yasak gibi idi. Bu durumu bilen kurnaz bir zat, Ticaret ve Nafia Nezareti eski mühendislerinden Osep Efendi, Le Grand Illustration dergisinde elektriğin bulunması üzerine yazılmış bir makaleyi çevirip saraya sunduğu bir jurnale ekleyerek şöyle bundan böyle adı geçen fenden gazetelerde kesinlikle söz edilmemesini istemişti.[9]
Yaklaşık otuz yıl süren bu baskı, 24 Temmuz 1908 tarihinde hürriyetin ilan edilmesiyle sona erdi. Abdülhamit’in mutlakıyet rejiminin yerini meşrutiyete bırakmasıyla cesaretlenen gazeteciler Sirkeci Garı’nın karşısında toplanarak, sansür memurlarını gazetelere sokmama kararı aldılar. Sabaha kadar gazetelerde görev başında beklediler.
25 Temmuz sabahı gazeteler uzun yıllardan sonra ilk kez sansürsüz olarak çıktı. Basındaki özgürleşmeyle birlikte İstanbul’da ilk iki ay içerisinde iki yüz kadar yeni gazete yayın hayatına başlarken, 24 Temmuz günü cumhuriyetin ilanından sonra Basın Bayramı olarak kabul edildi.
Sözlerime burada son verirken, bütün tarafsız gazetecilerimizin ve basın mensuplarımızın 24 Temmuz Gazeteciler ve Basın Bayramını kutluyorum.
[1] Özkorkut, a.g.m., s. 75-76.
[2] Özkorkut, a.g.m., s. 76.
[3] Alpaslan Oymak, Osmanlı Mizahında Teodor Kasap (Diyojen, Çıngıraklı Tatar ve Hayal Gazetesi Üzerine Bir İnceleme), Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul, 2013, s.93-95.
[4] Cevdet Kudret, Abdülhamit Döneminde Sansür, s.53.
[5] Ali Şükrü Coruk, Abdülhamit Döneminde Kitap ve Dergi Sansürü, s.90.
[6] Kudret, a.g.e., s. 54; HüseyinCahit Yalçın, Edebiyat Anıları, s. 102.
[7] Kudret, a.g.e., s.54-57.
[8] Kudret, a.g.e., s. 74; Uşaklıgil, a.g.e., s.422.
[9] Demiroğlu, a.g.e., s.78-79.