İnadına yapılacak olan Kanal İstanbul tartışmaları eşliğinde, salgın kısıtlamalarının da kaldırıldığı bir temmuz ayına başlamıştık. Salgının bize yaşattığı 1,5 yıllık yarı esaret sürecinden sonra bir nebze de olsa huzura ereceğimizi düşünüyorduk . Tâ ki görmezden gelinen sorun, sınırlarımızdan elini kolunu sallayarak geçene kadar.
Türkiye’nin demografisinin değiştirilmesini hızlandıracak göçlerin bu son dalgası ile sosyal dokumuza âdeta güçlü bir darbe daha indirilmek isteniyor. Türk halkı olabilecek tehlikeler karşısında, geçmişte yaşadığı ve edindiği tecrübelerden dolayı haklı olarak tedirgin oluyor.
Ve yine büyük Afgan göçünün hemen öncesinde Türkiye’nin anayasasında değişiklik yapılması üzerine çalışmalar açıklanıyor, tartışmalar yapılıyordu. Hafızalarımızı tazeleyince, büyük Suriye göçü öncesinde de Türkiye yeni anayasa tartışmalarını hararetli olarak yapıyordu. Aslında Türkiye demek haksızlık. Hakkı, hak sahibine teslim ederek iktidar ve o dönem beraber yol aldıkları FETÖ yapılanması demek adil olan olacak. Yapılan bu çalışmalar çöp tenekesine atılmadığına göre, ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirilen yeni anayasa ihtiyacına dair çalışmalar, gündemimizden şimdilik niye çıkartıldı sorusu da cevap bulmayı bekliyor.
Madem yeni anayasa (!) kronik bir ihtiyaç, Afganlar ve Suriyeliler Türk milletinin bam teline basınca rafa kaldırılacak kadar önemsiz mi yani? Yoksa Türkiye, bu çalışmaların hayata geçmesi için gereken dizayn edilme sürecini henüz tamamlamadı mı?
Göç siyaseti, siyaseti göç ettirmek üzere.
Tüm bu gelişmeler ışığında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu yanlış bir kavram kullanımıyla Türk milletinin en hayati sorununa parmak bastı. Suriyeliler, ülkemizde GKK (Geçici Koruma Kapsamında) ile süreli şekilde bulunmaktadır. Onlara mülteci demek, Suriyelilerin ülkemizde kalıcılaştırılması politikasını başarıyla uygulayanların ekmeğine yağ sürmektir.
Bu küçük eleştiri ile birlikte Kılıçdaroğlu; uzun yıllardır kutuplaştırılan Türk milletini, siyasetin cenderesinden çıkartıp bir konu etrafında kenetlenmesini sağlayan bir harekette bulunmuştur. Bu hareket, içeride hepimizin bildiği şeyleri (fonlar, yabancı vakıf, dernek ve STK’lerin ilişkileri ve göçten nemalanan) ete kemiğe büründürmüştür.
Özellikle iktidar, AB ve ABD’den desteklenerek Türkiye’nin göç edenlerin toplandığı ve orada ikâmet ettirildiği bir merkez olmasını isteyen kesimler, bu birleşmeden son derece rahatsız oldu. Yıllardır İlay Aksoy ve Ümit Özdağ gibi siyasetçiler, göç yoluyla işgale karşı birey olarak mücâdele ediyorlardı. İlk kez, bireylerin çabasından çıkıp kurumlaşmış bir gücün, göç yoluyla demografik işgale dur söyleminde bulunması bile, hem içeride hem dışarıda taşları yerinden oynatmasına yetti.
Önce Almanya Başbakanı Merkel, Türkiye’nin AB’ye hiçbir zaman üye olamayacağını, Suriyelilerin Türkiye’de kalması gerektiğini ifade etti. 18 Mart 2016 mutabakatına atıf yaparak Türkiye’ye bu mali yüke karşılık, 3 milyar Avro daha verileceğini, Türkiye’nin “mültecileri” başarıyla Türkiye’de tuttuğunu ve iyi iş çıkardığını söyledi.
Daha Sonra Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz; sadece belli yaştaki erkeklerden oluşan Afgan göç akınına ilişkin "Eğer insanlar kaçmak zorundalarsa, herkesin Avusturya, Almanya ya da İsveç'e gelmesindense, Türkiye gibi komşu ülkelere gitmesini daha doğru görüyorum" dedi. Elbette Kurz, bu açıklamayı Türkiye’nin Afganistan’ın komşusu olduğunu bilmediğinden yapmamıştı!
Aynı beyanatında Kurz şunları da söylemişti: “Suç istatistiklerine bakmanız gerek. Burada vahşet olarak yaşananların çoğu geçmişte yoktu. Belli gruplarda sayılar son derece açık, kadınlara yönelik cinsel şiddetin sıklaşması mesela. Elbette bütün sığınmacıları aynı kategoride değerlendirmek doğru olmaz. Bu hasta ideolojiyi Avrupa'ya ithal etmek istemiyorum. Bu göç akımları nedeniyle geçen yıllarda Avrupa'ya çok fazla antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) ithal ettik. Gelen insanlar arasında açıkça homofobik olan ve kadınların haklarını kayıtsız şartsız yukarıda tutmayanların sayısı çok"
Bu açıklamalar Türk milletinin tepkisini çekince Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’ndan “Türkiye’nin yeni bir göç dalgasının daha sorumluluğunu üstlenemeyeceği” açıklaması geldi.
Yine Van’dan dörtnala kaçak geçiş videoları gelince, İçişleri Bakanı Yardımcısından bir açıklama geldi. Özetle görüntülerin gerçeği yansıtmadığı, manipülatif haberler olduğu, sınırlarımızdan kuş uçurtulmadığı ifade edildi. Kuş uçurtulmayan sınır güvenliğimiz sayesinde on binlerce Afgan (genç) erkeğin ülkemize nasıl geldiği, hatta İstanbul’un göbeğinde kendilerine özel askerî üniformalarla nasıl dolaşabildikleri de izaha muhtaç.
Bu açıklamanın ardından Afganistan’ın Millî Mücâdelemize olan katkıları Millî Savunma Bakanlığı hesabından infografi yapılarak paylaşıldı ve “kardeşimiz” Afgan erkek göçüne kucak açmamızın işareti verildi. Tabi bu infografiyi yapıp paylaşmanın amacı, on binlerce Afgan Türkiye’ye akın ederken kronik savaş bölgesi Afganistan’a kahraman ordumuzun gönderilmesi arzusuydu.
Tüm bunlar olurken Erdoğan’dan "Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alâkalı ters bir yanı yok.” diye bir açıklama geldi Bu açıklama da bir nâzırın, Afganistan ve Pakistan’da yaşayan herkesi “bizden biri” ilân etmesiyle sonuçlandı.
Göç istilası Türkiye’yi ayağa kaldırınca, ortalama 5.3 çocuk doğurma hızına sahip Suriyelilerin, 4 yıldır nüfuslarının neredeyse sabitlenmiş hâlde tutulması da gündeme gelmeye başladı.
Savaş olduğu savıyla ülkelerine kalıcı olarak yollanmayan Suriyelilerin, hiçbir can güvenliği sorunu yaşamadan bayram tatili için ülkelerine gidebilme geleneğine bu yıl da şahitlik ettik. On binlerce Suriyeli hiçbir sorun yaşamadan vatanları Suriye’ye, bayram tatiline gidip ülkemizde geçici koruma statüsüyle bulunmak için geri geldi.
Buna yükselen tepki karşısında AKP’nin önemli ismi Şamil Tayyar şöyle bir açıklama yaptı. ”Göçmen sorunu, Suriyeli boyutunu çoktan aştı, Asya ve Afrikalılara kadar uzandı. Bu sorun, önümüzdeki dönem siyasetin en hararetli tartışma konusu olmaya namzet. Ensar retoriği, sorunu tek başına tarife yetersiz. Süreç iyi yönetilemezse sosyal ve siyasal sonuçları ağır olur.”
Türkiye’de açlık sınırının 3 bin 513, yoksulluk sınırının da 12 bin 195 lira olduğu bir ekonomik ortamda ‘Türk sanayisini Suriyeliler ayakta tutuyor. Suriyeliler ülkelerine gönderilirse ekonomimiz çöker.” açıklamaları ardı ardına gelmeye başladı. Tüm bunlar olurken Suriye’den maalesef yine şehitlerimiz de gelmeye devam etti.
Türkiye 1900-1920 arasındaki Filistin'den Galiçya'ya, Yemen'den Balkanlara mehmetçiğin cepheye sürülüp öldüğü Osmanlı değil. Ama her ne olduysa özellikle 2010-2021 yılları arasında yine tarihi tekerrür ettirip Suriye'den Libya'ya, Afganistan'a kadar mehmetçiğini şehit veren bir ülke hâline getirildik.
Emperyalizmin tıkır tıkır işlettiği BOP sayesinde şartlar ısrarla, bir vatan kaybettiğimiz Balkanların kaybı ve Anadolu'da küçücük bir alana hapsedilmek istendiğimiz Sevr'in güncellenmiş ahvâline zorlanıyor.
Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararının kurtarmasına en çok ihtiyaç duyulan günlerden geçiyoruz. U. Le Guen’in dediği gibi “Umut hiç hesaba katılamayan insanlardadır.”