Milletin sırtından doyan doyana...
Kavramlar, doğru bilgi ve doğru iletişim için vazgeçilmez tanımlamalardır. Nesnelerin ya da olayların ortak özelliklerini içine alan ve onları bir ortak ad altında toplayan kelimeleri, imgelerle somutlaştırır. İletişimde bir uzlaşı sağlar. Hayatı kolaylaştırır. Sözcükler de bu bağlamda kavramları belirler, kavramları belirlerken toplumları da şekillendirmeye başlar.
Dünyanın neresinde olursa olsun "barış" kavramı insanların zihninde aynı düşünceleri çağrıştırır. Bunu millî, yerli, adalet, demokrasi, sağlık, eğitim, iklim gibi birçok kavram ile örneklendirebiliriz. Normalde bu kelimeleri duyduğumuzda da hepimizde aynı sonucun somut olarak zihnimizde canlanması gerekir. Kavramları duyduğumuzda asıl anlamından ziyade farklı veya dolaylı ya da imalı anlamlar zihnimizde öncelikle canlanıyorsa, orada oturup düşünmenin vakti gelmiş demektir.
Türkiye’de de uzun zamandır kavramlarda bir birlik yok. Genel kabul görmüş kavramlar da son derece sistemli bir şekilde terörize ediliyor yani bilerek ve isteyerek üzerinde oynanıyor.
Sosyal dokuda inanç, kimlik, cinsiyet vb. gruplarda hem kendi aralarında hem de gruplar arasındaki uyum üzerindeki mühendislik çalışması, kaos ve şiddet doğuruyor.. Bu da kavramların çarpıtılması üzerinden yaşanıyor. Son on yılda hukuktan, idari yönetime kadar uğraştığımız dev sorunlarımızın kaynağı, kavramlara yapılan darbe olmaya başladı. Toplumu bu kadar fazla huzursuzluğa sevk eden bu toplum mühendisliğinin "Sebebi nedir diye" sorduğumuzda da ideolojik hedef ve yanlış dış siyaset tercihlerinin çıkmaz sokağa benzeyen sonuçları görünüyor.
En iyi tanım benimki (mi?)
"Milliyetçilik" ve "millet" kavramı ve tanımı üzerinde en çok tartıştıklarımızdan biri. Kimine göre iyi, kimine göre kötü. Kim doğru kullanmak ya da çarpıtmak isterse o amaçla kullanılıyor.
Türk milleti yerine; Türkiyeli, Türkiye halkları, Tek millet, millet değil ümmet, Türk vatandaşı değil, Türkiye vatandaşı, Türkiyeli vatandaşı, Türk edebiyatı yerine Türkçe edebiyat, Türkiye edebiyatı gibi ucubeler karşımıza çıkıyor. Bu da yetmez!
Filanca ülkede bir suç işlenmiş ya da kötü bir durum varsa o mutlaka Türk oluyor!
Bir başarı varsa, mutlaka etnik kimliği ön plana çıkartılıyor. Bu arada tüm kimlikler milliyetçilik yapar sorun olmaz ama Türk milliyetçiliği yapılırsa, faşistlikten ırkçılık suçlamasına kadar yaftalarla, kırk katır kırk satır durumu dayatılıyor.
Dünyada en çok "sığınmacı" ve "göçmen" alan ama en az "mülteci" barındıran ülkesi Türkiye. Bütün kavramlar çarpıtılırken bunlara dokunulmasa elbette olmazdı. Yerel ve uluslararası hukukta tanımı yapılmış, hukukî sorumlulukları ve bağlayıcılığı birbirinden çok farklı bu kavramlar özenle alabora edildi. Devletin en tepesinden, kurumlara, STK’sından medyasına kadar bu kavramlar birbirine öyle karıştırıldı ki, oluşan sorun yumağını kim nasıl çözecek bilinemiyor.
Kavramları doğru kullanıp, insan haklarına ve hukuka riayet ederek çözüm bulunmasını istediğinizde ya da "Suriyeli sığınmacılar huzur ve sükûn içinde ülkeleri Suriye’ye dönsün" dediğinizde de kıyamet kopuyor. Sanki kendi vatanları Suriye’ye dönsünler değil de Stalin dönemi Gulaglarına ya da bugün Çin’in Doğu Türkistanlılara uyguladığı soykırım kamplarına gitmeliler demişsiniz gibi yoğun bir saldırı başlıyor.
Ne ırkçılığınız kalıyor ne mülteci(!) düşmanlığınız. Oysa Türkiye’de hepi topu 28 kişi, evet 28 mülteci var. (Şartlı mültecilik de Suriyeli sığınmacıları kapsamıyor.)
Sığınmacı ile mültecinin BM’nin belirlediği hakları, konumu, durumu aynı değil. Yapılan bu kavram darbesiyle Suriyeli sığınmacılar, bırakın Türkiye’yi dünyada hiçbir mültecinin sahip olmadığı haklara sahipler. Bu da Türkiye’nin ekonomisini alt üst etmeyi çoktan geçti. Sosyal dokumuzun hukuktan sağlığa, eğitimden istihdama kadar en hassas noktalarını da darmadağın etmeye başladı.
Fatih Altaylı tam da bu hisle, Türk halkının hislerine tercüman olan şu cümleleri sarf etti: “Biz misafir gibiyiz, yakında bizi atacaklar! Özgürler, hiçbir konuda yükümlülükleri yok! Yasaklar onları bağlamıyor, bizi bağlıyor! Sağlık hizmetleri onlara bedava Türk halkına değil. Sokaklar onlara serbest, Türk halkına değil. Ellerini kollarını sallayarak (ülkeye) girip çıkabiliyorlar, kimse onlara bir şey sormuyor. Açıkçası biz Türkiye’yi Suriye’ye kaybettik. Türkiye’yi 4milyon askerle savaşsız esir almış gibi görünüyorlar.”
Peki, ne olacak?
Tüm bu konular, kavramların doğru hâliyle enine boyuna konuşulmalı. Konuşmaktan öte temel insan hakları ve onuruna halel getirmeyecek en adil çözüm insanların kendi vatanlarında yaşamasıdır.
Dolayısıyla milyonlarca Suriyelinin kendi vatanlarına huzur ve sükûn içinde dönüşleri sağlanmalı. Hem Suriyeli sığınmacıların Türk Milleti üzerindeki yükü kaldırılmalı hem de sığınmacılar üzerinden birtakım STK ve kurumlar aracılığıyla Türk milletinin istismar edilmesine artık bir son verilmeli.
Vatanseverlik, millîlik ve hümanistlik; her önüne geleni vatan haini, terörist, ırkçı ve faşist ilan etmekle olmuyor. Hele hele bedeli kanla ödenen Türkiye’yi, yolgeçen hanına çevirip, vatandaşlığını satılığa çıkarmakla hiç olunmuyor.
Türkiye’de kavramlara yapılan darbenin ekmeğini bölücü terör örgütü ve destekçileri arzu ettiği gibi yiyemedi. Ama her türlü nimetinden bugün Suriyeli sığınmacılar sonuna kadar faydalanıyor. Atalar boşa dememiş; komşuda pişer bize de düşer diye. Bizde pişti, bizde yeniyor... Kendi adıma afiyet olmasın! Şifası bulunmayan derdimizi de Âşık Mahsunî’nin dizeleriyle yazayım;
Milletin sırtından doyan doyana,
Gönül bu oyuna nasıl dayana,
Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana
Bilmem söylesem mi, söylemesem mi
Bilmem söylesem mi, söylemesem mi
Ucuz iş gücü için köle lazımdı, suriyeyle yalandan..Ucuz iş gücü için köle lazımdı, suriyeyle yalandan savaş çıkarıldı ve suriyelileri sınırdan rüşvetle alıyorlar, tabi bunları kimsenin konuştuğu yok. Yani patronların öyle istedi Gülcan hanım.