Ekonomi ile ilgili Cumhurbaşkanının açıklamasının muhtevasından çok yerini ve şeklini yadırgadım.
Sanki Meclis’te salı günleri yapılan grup konuşmasını yapıyormuş gibi, Ayasofya’da Cuma namazı çıkışı bir basın toplantısı veya grup konuşması şeklinde yapması yadırganmayacak bir durum değil. Dinî ögelerin fazla kullanılmaya başlandığının yeni bir örneğini daha gördük.
Dinin siyasallaştırılmasından başka bir şey değil.
Muhtevasına gelince bilmiyorum, Sayın Erdoğan siyaseten mi böyle söylüyor yoksa hakikaten inanarak mı böyle söylüyor bilmek imkânsız. Eğer bunlara inanarak söylüyorsa başarılı olmasını temenni ederim ama başarılı olma ihtimali son derece düşük.
Döviz krizi nereye doğru gidiyor
Türkiye çok büyük bir kaynak sıkıntısı çekiyor, yeni yatırım yok. Bunun üzerine maalesef bir döviz krizi yaşanıyor. Zaten kötü giden ekonomi koronavirüs salgını ile beraber daha sıkıntılı bir hâle geldi. Son 18 senenin rakamlarını sağından solundan konuşarak yönetmeye çalışmak, bizi krizden çıkarmaz. Türkiye içerideki kurumlarına çeki düzen vermek, hukukun üstünlüğünü hâkim kılmak ve acilen yatırıma dönük, dış kaynak bulmak mecburiyetindedir.
Yunanistan ile gerginlik
Yunanistan-Mısır eksenindeki gelişmeler, beklediğimiz şeylerdi. Türkiye’nin, Merkel ve AB’nin talebi üzerine kısa bir dönem, diplomasiye fırsat vermeyi tercih ettiğini birçok yazımda ifade ettim. Maalesef Yunanistan bunu müspet olarak değerlendirmek yerine, Mısır ile birlikte fırsatçılığa çevirmeye kalktı. Türkiye bunun üzerine kararlı tutumunu sergileyerek tekrar sondaja başladı. Özellikle Yunanistan’ın Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Adalar, Kıta Sahanlığı ve MEB gibi konularda, Türkiye’nin kararlı tutumunun bir blöf olmadığını idrak etmek mecburiyeti var.
Türkiye bu konuda son derece kararlı, iktidar ve muhalefet ayrımı olmadan herkesin desteklediği bir politika yürütülüyor. Başarılı olmak için gerekli adımları, diplomasinin yanında askerî olarak atılması gerekiyorsa bu da yapılacaktır.
YPG ile yapılan petrol anlaşmasını kabullenmiş gibi bir halimiz var
Lübnan; 1920’lerde Fransa’nın Suriye’den kopartarak kurduğu bir manda idaresinden sonra, sunî bir devlet olarak bugüne kadar ayakta kalmaya çalışan bir devlettir. İç harplerle perişan olmuş. Anayasası da Irak anayasasını örnek alan kötü bir anayasadır. Dinî ve etnik ayırımlara dayanır. Ekonomik olarak da ticaretle yol almaya çalışan çok sıkıntı çeken bir ülkedir. Hukukta bir prensip vardır “Cui bono” yani kime yaradı prensibi. Fransa’nın Lübnan’da yaşananları büyük bir fırsatçılıkla değerlendirmeye çalışıp, İsrail ile birlikte yeniden bir manda devleti kurmaya çalışacağı öngörülüyor.
Bir başka vekalet savaşının merkezi Suriye’de, ABD’nin yaptığı anlaşma bilinen ve saklanmayan bir gelişme. Aylar önce Trump’ın verdiği bir beyanatında; Deyrizor civarındaki petrol kuyularının kontrol altına alınacağı ve orada müttefik olarak görülen gruplara kaynak aktarılacağı ifade edilmişti. Bizim buna cılız bir itirazda bulunmak dışında zaten yapabileceğimiz bir şey yok. zımni olarak YPG ile yapılan anlaşmayı da kabullenmiş gibi bir hâlimiz var.
Tam da bu gelişmenin akabinde Suriyeli sığınmacılar konusunda Sayın Ümit Özdağ’ın paylaştığı rakamlar korkunç. Suriyelilere harcanan paralar inanılmaz. Konuşmamız gereken Suriyeliler meselesi, artık konuşulmaz hâle getirildi.
Türkiye’nin beka sorunlarından bahsediyorsak Türkiye’nin öncelikli beka sorunu; bir türlü hâllolacak ekonomik sorunlardan ziyade, Suriyeli sığınmacıların sulh ve sükûn içinde kendi ülkelerine dönebilecekleri bir ortamı temin edecek politikaları sağlamak. İkincisi de herkesin nedense ikinci plana attığı beklenen İstanbul ve Marmara depremine hazırlığın ele alınması olmalı.
Türkiye’nin en önemli sorunları nasılsa bir şekilde hâllolacağını düşündüğümüz ekonomik sorunlardan ziyade Suriyeliler ve İstanbul depremi meselesidir. Bu sorunlar Türkiye’ye beka meselesi yaşatır. Diğer sorunların üstesinden Türkiye, bu hükûmet veya demokratik yollardan gelecek başka hükûmetlerle bir şekilde altından kalkar.
Deprem meselesinin ne kadar önemli bir sorun olduğunun farkına bir türlü varılamıyor. 4 aylık koronavirüs salgını sürecinde, yaklaşık 6 bin civarında vatandaşımızı kaybettik. İstanbul depreminde ise birkaç dakika içinde yüz binlerin öleceği tahmin ediliyor. Türkiye ekonomisinin %60’ını oluşturan Marmara bölgesinde bütün ekonomik faaliyetlerin duracağı, on binlerce binanın yıkılacağı, yüz binlerce insanın hastaneye gitmek mecburiyetinde kalacağı konuşuluyor.
Zamana yayılmış bir korona virüste bile bu kadar sıkıntılar yaşanıyorsa, o depremin tedbir alınmadığı takdirde nasıl bir beka sorunu olduğunu artık idrak etmeliyiz.
Bir gece sokağa çıkma yasağının ilan edildiği saatte yaşanan paniği hatırlarsak birkaç dakikalık depremde yaşanacak paniğin nasıl sonuçlar doğuracağını da düşünmek lâzım. Acilen tedbir almalı ve deprem eğitimlerine başlamalıyız.
Bahçeli ve Meral Akşener...
O kadar hakaret ettikleri bir insanı bugün niye davet ediyorlar? O davetin sebebi herhâlde Meral Hanım’ın sadece yerli ve millî olması değil. 15 Temmuz’dan sonra nerdeyse FETÖ’cülükle suçlanan Akşener’in, bugün yerli ve millî olarak tekrar geri çağrılmasının sebebini kamuoyuna izah etmeliler.
Meral Hanım bundan önceki konuşmalarında “Ben pek tabii ki Cumhurbaşkanı ile konuşurum.” demişti. Şimdi cevap verirken de Devlet Bahçeli’yi muhatap almadığını, sadece Erdoğan’ı muhatap aldığını “Benim üstüme Devlet Bahçeli’yi salmayın!” cevabından anlıyoruz.
'Eğer parlamenter rejime dönülecekse, anayasada bazı değişiklikler yapılıp tek adam rejiminden vazgeçilecekse ben Cumhurbaşkanı ile görüşürüm' diyerek tutumunu açıkça ortaya koymuştu.
Bundan sonrasını bekleyip göreceğiz.