Eski Devlet Bakanı Gürcan Dağdaş'dan çarpıcı açıklamalar

TAKİP ET

20 ve 23. Dönemlerinde milletvekili olarak seçilen, 54. Hükumet döneminde ise Devlet Bakanı olarak görev yapan Aykırı yazarı Gürcan Dağdaş Türkiye'nin yakın dönem geçmişi, bugünü ve yarını, iç ve dış politikası; alınan reaksiyonlar ve yapılması gerekenleri değerlendirdi

Eski Devlet Bakanı ve Aykırı yazarı Gürcan Dağdaş Polemik Haber'e verdiği röportajda Türkiye'nin siyasi gündemine dair çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Ayasofya'nın açılışıyla birlikte iktidara yakın çevrelerin dile getirdiği ‘Lozan'da ilk gediği aştık, Lozan'ı yırtıp atacağız’ gibi söylemleri değerlendiren Dağdaş;  "Süleyman Şah türbesini oradan alıp kaçırma noktasına gelmiş bir iktidarın, Lozan'daki kazanımları, özellikle Ege'deki adalar konusunda Lozan'ın tavizkar, bu milletin devletin tapusu olmadığı konusundaki iddialarını çok haksız, çok kötü niyetli, çok rövanşist bir üslup olarak görüyorum." dedi.

İşte Dağdaş'ın röportajından öne çıkanlar;
Türkiye'nin kırılma noktalarında ve siyasi kaoslarında hem milletvekilliği hem de bakanlık görevleri üstlendiniz. Bu sıkıntılı ve zor süreçlerde Türkiye'nin geçtiği evreleri, dünü ve bugüne kadar gelen süreci özetleyebilir misiniz?

"Millet olarak uzun bir tarihi yolculuğumuz var. Bu tarihi yolculuğumuzda; Cumhurbaşkanlığı forsunda kurduğumuz 16 devletten Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni dışarıda bırakırsak 15 devleti kuranlar, 'yıkanlar’ olarak anılır. Biz kuranlar kısmını öne çıkarırız. Oysaki kurulan yıkıldı ve yerine bir başkası kuruldu. Tarihsel yolculuğumuzda, her 100-150 yılda bir -milletimizi aşağılamak için söylemiyorum ama bir durum tespiti açısından söylüyorum- 'ahmaklaşma’ evresi geçirmişiz. Ahmaklaşınca kendi amcamızın oğluna silah çekmiş, aklımızı devre dışı bırakmış, yeryüzünün yönelimlerini, içinde bulunduğumuz durumu doğru tahlil edememiş ve kurduğumuzu yıkmışız.

Ahmaklaşma bulaşıcı bir hastalıktır, parayı ve makamı aşar. Bu bulaşıcı hastalık, siyasetçiye, bürokrata, akademisyene, iş adamına, sokaktaki insanına da yapışır. Ahmaklaşma sebep sonuç üzerinden bir çözümleme, analiz yapma imkanını ortadan kaldırır. Kısa sorular ve kısa cevaplar parantezine sığdırır; derin okumalar ve derin anlamlandırmalar mümkün olmaz. Öyle olunca, doğal olarak Cumhuriyetin kuruluş evresi, bu ahmaklaşmanın Osmanlı'nın bakiyesi olan toplum için, artık taşınılabilir olmadığı noktasına geldiğini görüyoruz. Bu Kurtuluş Savaşı'dır. Ahmaklıktan titreyip kendine dönmek; neyi kaybediyor, neyi kazanması gerekli, bunların muhasebesini yapmak ve netice itibariyle de bu muhasebenin gereğini ortaya koymak. Kurtuluş Savaşı böyle yapılmış, cumhuriyet ortaya böyle çıkmıştır. Bu yeni konseptte, yeni devlet üzerinden baktığımızda yüz yıllık bir yolculuğumuz var. Bu yüz yılın son elli yılı, yeniden ahmaklaşma refleksi gösteren bir toplum fotoğrafı çıkarmış karşımıza. Hemen hemen her 10-15 yılda bir askeri darbe, bir müdahale yaşanmış. Hemen hemen 10-15 yılda bir cepheleşme; 1980 öncesi sağcı-solcu, alevi-sünni, Kürt-Türk, laik-anti laik gibi bir ahmaklaşma, ötekileştirme, cepheleştirme yaşamışız. Bunun üzerine de hem devlet organizasyonu, hem demokrasi iddiası sürekli güç kaybeden, sürekli çürüme belirtileri göstermiştir. Yani son 50 yıldır 10-15 yılda bir ahmaklaşma düzeyimiz pik yapıyor.

21 yüzyıl çok tehlikeli bir yüzyıl! Biz Ayasofya'yı camiye çevirme tartışmalarının olduğu yerde, Fatih'in Orta Çağ'ı kapatıp Yeni Çağ'ı açtığına dair tarihsel verinin üzerinden çok konuşmadık. Biz yeni bir yüzyıla girmedik, 21. Yüzyılda; yeni bir çağa girdik. Yani Fatih'in açmış olduğu o defterin, o çağın değerlerinin, kabullerinin sonundayız. Dünya böyle bir şeye doğru taşınıyor. Böyle baktığınızda biz bu çağın, zamanın ruhuna nüfuz edecek bir donanımı bir muhasebeyi yapmaktan epeydir uzaklaşmış gözüküyoruz. Hal böyle olunca sık sık tekrarlanan darbeler ve çatışma iklimi, bizi 21. yüzyılın yani bu ‘yeni çağ’ın önümüze çıkaracağı fırsatlardan uzaklaştırıyor. Ve bu çağın paryalaştırdığı devletlerden, toplumlardan biri haline doğru itiyor! En büyük kaygım bu ahmaklaşmanın, yer kürenin kendisini yeniden tarif edeceği bu süreçte, bizi 3. lige düşürebileceğidir. Bunun çeşitli sebepleri vardır: Siyaset ehli, sadece siyasetin matematiği ve mühendisliği üzerinden memlekete ve dünyaya bakmış. Akademisyen sadece isminin önündeki unvanların üzerinden, sokaktaki insan sembollerin üzerinden bakmış. Okuryazar gibi gözüken medya, bu ahmaklaşmayı desteklemek adına her türlü yanlışı, eksiği önümüze çıkarmış. Kurumsal yapılarımız itimat zemininden uzaklaşmış, devletin dini adalettir iddiasında olan bir toplum için adalet uzaklara düşmüştür. Toplumsal iç barışımız ise her an bir fitnenin sonucu birbirimizin boğazına çökecek hale getirilmiştir. Bu fotoğraf karamsar ve bir o kadar da can sıkıcı bir fotoğraftır.

Dolayısıyla bundan sonra –özellikle iktidara- söyleyeceğim eleştiriler, bir siyasi söylemin, tarafgirliğin üzerinden söylenmiş sözler olmayacak. Hakikatin üzerinden anlatmaya çalışacağım."

Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki politikaları, Libya ve Suriye de dahil olmak üzere konuya mutabık birisiniz. Türkiye’nin bu dış politikasında, denizlerden elde edeceği kazanımlar ya da kayıplar olur mu? Burada kazanım olursa kaynaklar nasıl ve hangi politikayla elde tutulabilir?

"Heybeliada'da Hamit Naci Mavi Vatan Vakfı Kuruluşu'nu geçen ay tamamladık. Heybeliada'da ilk Bahriye Mektebi'ni kuran kişi olan Bahriye subayı Hamit Naci’nin kurduğu bir de dernek var. Denizcilikte ilk sendikal hareketi de işaret eden referanslardan. Çalışanların hakkı hukukuyla ilgili emek sermaye ilişkisini sorgulayan, emekçilerin haklarını savunan, aynı zamanda denizci yetiştirmeyi hedefleyen bir girişim. Hamit Naci’nin torunu eski Afganistan Büyükelçimiz Müfit Bey vesilesiyle Cem Gürdeniz, Ben, Yekta Güngör Özden, Şükrü Sina Güreli ve 22 arkadaşın iştirakiyle bir vakfı kurduk. Bu vakıf Mavi Vatan’ı merkeze koyan akademik ve bürokratik yetişmesi için çalışacaktır.

Türk milletinin suyla barışıklığı bugün suyla küskünlüğe dönüşmüştür. Oysaki bizim mitolojik tarihimiz şöyle bir şey anlatır: Orta Asya'da Maveraünnehr kurudu, dolayısıyla bu kuraklık bizi göçe zorladı. Türkler göç güzergahı olarak hep su kaynaklarını seçmişlerdir. Yani suyla küs değil, barışık, suyun farkında olan bir tarihimiz var. Ama biraz önce ahmaklaşmadan bahsettim. Şimdi o ahmaklaşma evresinde olduğumuz için, deniz denince akla plajı tatili getiririz. Mesela bakanlığım döneminde, ‘deniz mahsulleriyle Türk milletinin barışıklığı nedir?’ diye bir - iki bilimsel çalışma yaptırdım. O tarihler itibariyle halkın yüzde 7'si balık yiyor, diğer ürünleri yine dinsel bazı gerekçelerle tüketilmiyordu. Korkunç bir şey!

İstanbul'da iki kıta arasında yaklaşık günlük 1 milyon insan sirküle oluyordu. Bunun yüzde 2-2,5’ini deniz yoluyla taşıyorduk; yani denizden bu kadar kopmuşuz.

Norveç, açık deniz balıkçılığından bu yıl 15 milyar euro para kazandı. Endüstri kısmı da dahil, bizim toplam denizciliğimizin 10 milyar dolar katma değer çıkardığı kanaatinde değilim. Bu tablo, asgari kıyı şeridimizi herhangi bir tartışma konusu olmamasına rağmen ekonominin içine doğru düzgün katma değer olarak ne katabiliyoruz ne de bunların farkındayız!"

''SÜLEYMAN ŞAH TÜRBESİNİ KORUYAMAYANLARIN LOZAN İDDİALARI KÖTÜ NİYETLİDİR''
"Ayasofya'nın açılışının hemen akabinde iktidara yakın çevrelerin paylaşımlarının bir kısmına denk geldim. ‘Lozan'da ilk gediği aştık, Lozan'ı yırtıp atacağız’ gibi cümleler görünce çok da üzüldüm. Lozancılık yaparak bu sohbeti sürdürmek istemem ama 'Lozan'da elde edilmişlerin üzerine bir şey koydunuz da bunun şımarıklığını mı yaşıyorsunuz?' diye bir soru var önümüzde. Bu soru soruyu sorduğumuzda, ufacık bir türbenin yerleşik olduğu bir toprak parçasını koruyamayıp (Süleyman Şah türbesini) oradan alıp kaçırma noktasına gelmiş bir iktidarın, Lozan'daki kazanımları, özellikle Ege'deki adalar konusunda Lozan'ın tavizkar, bu milletin devletin tapusu olmadığı konusundaki iddialarını çok haksız, çok kötü niyetli, çok rövanşist bir üslup olarak görüyorum.

'Libya'da ne işimiz vardı' sorusu da sorulamaz. Şüphesiz bizim Libya'da işimiz var. Ama bizim işimiz Libya'da hem kendi menfaatlerimiz açısından doğru bir politikayı sürdürmemizi gerektirir hem de Libya'da savaşan tarafların birinin yanında durarak diğerine bir şey göstermememizi gerektirir. Bizim Mavi Vatan üzerinden Libya ile yaptığımız anlaşmada, Libya'nın kıyısı olarak çizdiğimiz haritada Libya cephesine düşen yer şu an Hafter'in elinde bulunuyor. Biz deniz kıyıdaşlığımız olmayan Trablusgarp yönetimiyle el sıkışmışız. Birleşmiş Milletlerin tanımış olduğu bir yönetimdir, bunun hukuki alt yapısı vardır, bunların hepsi konuşulabilir, doğrudur da. Ancak netice itibariyle o kıyıdaşlık noktasında bölünmüş Libya karşımıza çıkarsa, bizim yaptığımız bu anlaşmanın da kağıttan başka hiçbir kıymetinin kalmayacağı bir sonuç çıkarabilir. Bunların hepsi muhtemel önümüze çıkacaktır.

Burada da ahmaklaşma çok etkindir. Yani siz Mısır'da bir darbeciyle el sıkışmak istemeyebilir, Mısır'da darbecinin darbeyle düşürdüğü Mursi ve onun siyasi görüşüyle yakın olabilirsiniz. Ama siz kendinizden mesul ve kendi duygularınızla hareket edecek bir noktada değilsiniz. Çünkü siz Türkiye'yi yönetiyorsunuz! Politika, dış politika hissi, duygusal şekilde işlemiyor. 'Sen benim kardeşimi görevden aldın, darbe yaptın, onu hapse attın’ denilecek bir dünya yok!

Hafter'in arkasındaki Mısır, silahlı güç kullanmak ve savaş ilanı lafları ediyor. Bunların hiçbiri sizin kişisel duygularınız ve kişisel değerlendirmenizle bakacağınız durumlar değil. Siz Sisi ile el sıkışmak istemiyorsunuz; bakanınız, müsteşarınız, devlet görevlileriniz var. Otururlar masaya, onlar konuşur el sıkışırlar. Siz yine el sıkışmamış olun. Yine sizin kişisel hesabınızı, kitabınızı, duygularınızı dikkate alalım. Ancak netice itibariyle mevzu memleket, devletin güvenliği ve bu milletin hakkı hukukuysa sizin kişisel düşünceleriniz burada anlamlı bir yerde durmaz. O yüzden birçok bilinmezi ve kırılganlığı da içinde taşıyan bir tartışma dönemindeyiz. Bir bilek güreşine doğru gidiyoruz.

''DIŞ POLİTİKADA SORUNLU OLMAK MAHARET İSTER''
Şimdi burada dış politikamızı genel bir sorgulamamızı gerekiyor. Biz komşularıyla sıfır sorun diye yola çıkıp ‘komşularıyla birbirinin boğazına çöken bir ülke’ haline geldik. Sıfır sorunla yola çıkıp buraya evrilmek, ancak ve ancak bir maharet ister! Mevcut iktidar 18 yılda bu mahareti gösterdi. Hani herkesle dövüşmek de bir maharet ister, dövüşeceğim demek de maharet ister. Oysaki asıl maharet, ‘herkesle barış içerisinde olacağım, barışı yaşatacağım, hakkımı hukukumu koruyacağım, itibarıma helal getirmeyeceğim’ demektir. Biz dünyada ki, 52 İslam ülkesinden 45'iyle ve 22 Arap ülkesin 21'iyle gırtlak gırtlağayız. Sadece Katar ile münasebetimiz var.

gürcan dağdaş süleyman şah libya ayasofya erdoğan ak parti dış politika ege ortadoğu savaş hafter lozan